10 Mayıs 2009 Pazar

RÖPORTAJ: Göksel yeni albümünü ve yeni hayatını anlatıyor!


Bugün Sabah gazetesinde yayınlanan röportajı aşağıda bulabilirsiniz. Aslında her zaman yaptığım gibi gazetedeki habere de link verecektim ama yazımı bulmayı BAŞARAMADIM! Ana sayfadaki ekler başlığı tıklanamıyor. Çünkü bu başlık altında bir link bulunmuyor. Gazetenin ana sayfasına link veriyorum. Belki meraklısı uğraşıp bulur. Bu kadar karışık ve anlaşılmaz bir web sayfası yapan gazetemin değerli web ekibine de buradan selam ediyorum.

***

Göksel 70’lerden 12 klasik pop şarkıyı yeniden yorumladığı yeni albümüyle geri döndü. “Başkalarının şarkılarını kendiminkilerden daha iyi söylüyorum” diyor, Bir Orhan Pamuk karakteri gibi, ikinci el kıyafetleri de daha çok sevdiğim gibi…”

Asmalımescit’teki cafelerden birindeyiz. Göksel omletini küçük parçalara ayırıyor. Böyle sıradan bir şey yaparken bile gayet nazik ve anlamlı görünmeyi becerebilen nadir insanlardan. Sanki onu çevreleyen bir ışık halesi var. Kısa süre önce yeni albümünü yayınlamış bir besteci ve yorumcudan ziyade 70’lerde bir film setindeki molada zaman geçiren bir Türk filmi aktrisi gibi. Ya da Masumiyet Müzesi’nde Orhan Pamuk’un keyifle uzun uzun tasfir ettiği genç, güzel ama içten içe hüzünlü kadın karakterlerden biri. Zamanın ve mekanın dışından gelmiş gibi görünüyor ve bu onda çocukluktan gelen bir özellikmiş gibi doğal duruyor. Zira Sabır’la ilk kez ortaya çıktığında da aynı şeyi düşünmüştüm. ‘Doğal retro’ bir kafası var Göksel’in. Şarkılarının düzenlemelerinden, ses tonundan yoruma, giyim kuşama kadar… O yüzden bugün 70’lerden özenle seçilmiş 12 klasik şarkıyla karşımıza çıkması çok da şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan bu kadar zaman bunu yapmamış olması…
“Bu senelerdir her albüm öncesi konuştuğumuz ve sonra ben kendi şarkılarımı söyleyeceğim diyerek son anda vazgeçtiğim bir iş bu. Yani bir anda gözüm karardı ve yapacağım dedim” diyor. Göksel’in bunları anlatırken hayata yeniden başlamış bir hali var. Bunu tahmin etmek kimse için zor olmamalı aslında. Eşi ve tüm müzik kariyerini, ve aslında pek çok kararını da emanet ettiği prodüktör Alper Erinç’le bir süre önce ayrıldılar. Az sonra “bir mentor’un var mı hayatta, kimden fikir alırsın,” diye sorduğumda “Artık yok” diye yanıt vermesi de bundan zaten.
Bir buçuk ay Londra’da kalmış ve dil okuluna gitmiş. “Öğrenci gibi yaşadım ve çok hoşuma gitti. Her şeye baştan başlamak, her şeyi yeniden öğrenmek gibi. Öğrencilik hayatıma geri dönmek gibi. Bütün yaz bisiklete bindim. Bir sürü şarkı da yazdım. Ocak’ta yeni şirketimle anlaşma imzaladım ve dedim ki ben yani albümümü sonbaharda çıkarmak istiyorum. Bu aradaki dönemde de Hindistan’a gitmeyi planlıyordum.” Gülüyor.
İşte o noktada yeni şirketi Avrupa Müzik bir teklif yapmış ona. “Bana dediler ki sen dur, bir yere gitme de bir ara albüm yapalım. Her şeyin eski usul analog olduğu, tamamen istediğin gibi şarkı söyleyebileceğin... Bir yapımcı bunları söyleyince tabii; dedim ki gitmiyorum.”

Yorumculuk senin gibi besteleri de olan bir müzisyene yetebilir mi?
Pek çok insan için bu bir sorun olabilir. Ama ben beş tane albüm yaptım kendi bestelerimden oluşan ve 50 küsür bestem var. Bu konuda bir sıkıntım yok.

Peki mutlu eder mi?
Bu albüm beni başlangıç noktama götürdü. Ben şarkı söyleyerek başladım ve şarkı söylemeye aşıktım. Delice bir tutkuydu. Sonra şarkı yazmaya başladım. Stüdyoya ilk girdiğim andan itibaren de beni üzen şey şuydu: Orada sahnedeki gibi şarkı söyleyemiyordum. Aslında günün şartlarından da kaynaklanıyor bu. Dijital imkanlar artık bir şarkıcının şarkı söylemesine çok fazla imkan tanımıyor. (Bu Türkiye’ye özgü bir durum da olabilir mi acaba?) Bir de kapalı bir kutunun içindesin çok fazla duygu aktaramayabiliyorsun. Benim şarkılarım, baktığımda hep içe dönük şarkılar olmuş. Aralıkları hep dar olmuş. Ben de zaten bağıra bağıra şarkı söylemenin şarkı söylemek olmadığını düşünüyorum. Nedense kendi şarkılarımdansa başkalarının şarkılarını daha iyi yorumluyorum.

Bir şarkıyı alıp ona yeniden hayat vermek çok değişik bir his olmalı...
Ben aslında ikinci el kıyafetleri de çok severim. Bu da onun gibi bir his. Yaşayan bir şey var. Bir de bu Gönül Yazar’ın şarkısını (Mektubu mu buldun mu?) dinledikten sonra bana gelen his şu oldu. Sanki Fikret Şeneş bir mekup yazmış, onu Gönül Yazar bulup okumuş, şimdi de ben buluyorum ve ben okuyorum gibi bir his. O beni çok heyecanlandırdı. Mektup gibi yani.

70’lere karşı özel ilgin var mı?
Belli olmuyor mu? (Üzerindeki kıyafeti gösteren bir hareket yapıyor, önümde duran albüme bir bakış atıyor ve gülüyor.)

Oluyor.
Evet. Her zaman vardı. 2001 yılında “Günün Birinde” ve “Niyet”i söylemiştim. Onlar da 45’lik şarkılarıydı. O dönem bayağı bir nostalji furyası oluşmuştu. O kadar çok insan cover yaptı ki. Ben devam ettirmek istememe rağmen vazgeçmiştim.


Kirli dünyamızın kirli müziği!

Şarkıların yeni halleri özüne sadık bir biçimde kaydedilmiş. Çok fazla değiştirip bozmamışlar. Sanki aynı şarkıları, aynı zaman diliminde ama daha iyi bir teknolojiyle kaydetmişler gibi.

Gerçekten böyle mi?
Şarkıların orijinal hallerini bozmayı sevmiyorum. Benim bu şarkılarda sevdiğim saflık ve temizlik. Yani şarkının akıp gitmesi. Analog ve akustik hissi. O dönem dışnda bir şey yansıtmasını istemedim. Kirli dünyamızın kirli müziğine benzesin istemedim.

Eskiden daha mı saftı her şey sahiden, yoksa 70’lerde büyüdük diye bize mi öyle geliyor? Bu kadar fark var mı?
Var ya, çok var bence. 70’lerde büyümemiş insanlar da bu şarkıları çok beğeniyor çünkü. Biz ne kadar şanslıymışız. Benim çocukluğumun büyük kısmı 70’lerde geçti. 80’lerde de geçti ama 70’lerde bilinçaltma girdi bazı şeyler.

Neler mesela?
Ne bileyim, Suadiye’de oturuyorduk ve denize yürüyerek gidebiliyorduk. Babam müziği çok seven ve Türk Sanat Müziği dinleyen biriydi. Radyo dinlerdi. Radyoyla büyümüş biri ve inanılmaz bir repertuvarı vardır. Şarkı söylemek bana babamdan geçti. İlk albümüm babamın bana aldığı Ajda Pekkan’ın Süperstar albümüydü. Bir kaset. O zaman modern olan şey kasetti. ‘Bu şimdi genç kız oluyor bunu sever’ diye düşünmüş olmalı. 10 yaşındaydım o zaman.

Aslında 70’ler hiç de dertsiz yıllar değil. Saflık var mı ondan da emin değilim. Darbeler, muhtıralar, idamlar, ekonomik kriz, kuyruklar, teröre varan siyasi kamplaşmalar. Bütün bunların dışında bir pop müzik var ve çok da steril.
Ben tatlı bir dönem olarak hatırlıyorum. Eve çok yansımasa da dışarıda ürkütücü bir şeyler olduğunu sezebiliyorduk.

Türk filmi seyreder misin?
Evet çok. Beni tatlı tatlı uyutmuşlar yani, onu mu demek istiyorsun. (Gülüyor)

“Hayır. Aslında hiç alakası yok,” diye yanıtlıyorum. İstediğim o dönemin çocuk gözünden yansımasıyla, gerçeği karşılaştırmak. Yargılamak değil. Bu bir kuşağın içinde bulunduğu bir durum. Çocuklara oturup da siyasi durum hakkında brief verecek halleri yoktu anne babaların. Bizi elbette korumaya çalıştılar. Çaktırmamaya çalıştılar. Belki de bu sayede ayakta kalabildiler. Yapabilenler, becerebilenler, imkanı olanlar böyle yaptı. Kim olsa aynını yapardı.

“80’ler dönemini sevmiyorum,” diyor Göksel. O bir tüketim dönemi. Türk filmleri bizi tatlı tatlı uyuttu belki ama içimizde saf birşeyler kaldı.

Albümdeki şarkılar eskiden de hep dinlediğin şeyler mi?
Evet. Bu şarkıları o zamanlar da severek dinlerdim.

Sözleri de sanki sen yazmışsın gibi…
Evet. Benim kimliğimle örtüştü. Çok laylaylom olmasın… (Gülüyor.) Dinlerken duygulandıran şeyler olsun… Böyleyim ben.

Seçerken başka neye dikkat ettin?
O kadar çok şarkı dinledim ki… Ama Rashit grubundan Orkun Tunç da bana çok yardımcı oldu. Çok faydası oldu. Arşivcilerle beni tanıştırdı. Bir ay boyunca gece gündüz şarkı dinledim ve çoğu da kötüydü. Çok saçma şeyler de yapılmış. O zamanlar şöyle bir moda varmış. Mesela bir şarkı ünlü olmuş, tutmuş ya. Aynı sene bütün popüler kadın şarkıcılar o şarkıyı söylemiş. Defalarca dinliyorsun aynı şarkıyı. Düzenlemeleri bile aynı.

Göksel’in albüm kapağındaki imaj çalışmasına Emel Kurhan yardım etmiş. (Yazbükey’i duymuşsunuzdur.) Göksel’e demiş ki “çok da nostaljik görünmeye çalışma. Zaten senin bir tarzın var, onu öne çıkaralım.” Ve bu doğru bir karar olmuş.
“Fazla makyaj ve fotoshop yapmak istemedik. Emel sen normal bir makyaj yap, üzerine sevdiğin giysilerini al ve Adaya gidip çekelim dedi” diye anlatıyor.

Her ne kadar yarattığı imajın tam tersi gibi görünse de “küçük korunaklı bir dünyada yaşamaktansa dışarı çıkmak daha iyi hissettiriyor,” diyor Göksel. İlişkilerden söz ediyoruz biraz. “İnsan uzun yıllar biriyle birlikte olduğu zaman farklılaşıyor. İki kişinin oluşturduğu yeni bir insan, yeni bir karakter çıkıyor ortaya” diyor, “Sonra bu ilişki bitince yine başa, kendine dönüyorsun.”
Nasıl bir olduğunu hatırlamaya çalışmak gibi. Onun yaptığı da bu. Mentor’un var mı diyorum. Sana fikir veren, belli konularda düşüncelerine başvurduğun biri. “Artık yok,” diyor. Albümü bu kadar özel yapan da galiba bu. Yıllardır ertelediğin bir şeyi yapar ve büyük bir zafer kazanmış gibi hissedersin ya kendini. Onun gibi bir şey.

1 yorum:

  1. Gazetede yazdığınız zaman da yazılarınızı bulmak epey zordu hatta bazen olmuyordu.

    YanıtlaSil