30 Nisan 2009 Perşembe

Hafif Müzik Antalya yollarında!




Efendim haftaya Hafif Müzik Antalya yolcusu. 3-10 Mayıs tarihleri arasına Hillside Su'da yapılacak bu elektronik müzik festivalinde bakalım neler olacak, kulislerden ne haberler çıkacak... Merak edenler için;

* İngiltere’nin en ünlü DJ’leri Jamie Lidell, Gilles Peterson, Norman Jay, Phil Asher, DJ Cliffy varmış.

* Türkiye’den Baba Zula, Fuchs, Baris K. ve Kiwi olacak. Zaten oraya gitmek için tek başına yeterli nedenler bunlar.

* Capoeira workshop'ı varmış. Yok o olmaz. Ortamın Recep İvedik'i olmayız.

* 3 Mayıs'ta başlıyor etkinlikler ama 7-10 arası konaklamalı monaklamalı paket de varmış. Ye iç eğlen, yukarı çık zıbar hesabı...

* Bu yıl ilk kez Türkiye'de şey oluyor bu festival. Böyle resimlerdeki gibi ortamlar ablalar abiler varmış. Merakla bekleyiniz...

Caz Festivali basın toplantısı 5 Mayıs'ta Esma Sultan'da!


İstanbul Uluslararası Caz Festivali basın toplantısı bu yıl da Ortaköy, Esma Sultan tesislerinde yapılacak. Programı merak edenler ve sabırsızlananlar için söyleyelim, hayli 'caz' bir sanatçı profili var. Çok başarılı isimleri festivalde izleyeceğiz. Gelen basın bültenini şöyle aşağıda taze taze paylaşalım. Program ve program yorumları ise daha sonra...

***

2 – 15 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek 16. Uluslararası İstanbul Caz Festivali 40’a yakın konserle caz dünyasının ünlü sanatçılarının yanı sıra yine pop, rock, folk ve dünya müziğinin başarılı isimlerini seyirciyle buluşturacak.

Garanti Bankası sponsorluğunda düzenlenen 16. Uluslararası İstanbul Caz Festivali programı, 5 Mayıs Salı akşamı The Marmara Esma Sultan, Ortaköy’de 18.00 – 20.30 saatleri arasında gerçekleşecek bir Tanıtım Kokteyli’yle açıklanacak.

İstanbul Caz Festivali Tanıtım Kokteyli’nde geçen sene festivalde “Genç Caz” konserlerinde başarıyla sahne alan genç gruplardan Serkan Çakıt Band konuklara küçük bir konser verecek. 2006 yılından bu yana beraber sahne alan üçlü repertuarında caz standartlarının yanı sıra modern cazdan örnekler de yer alıyor.

16. Uluslararası İstanbul Caz Festivali program tanıtımı vesilesiyle bir araya geleceğimiz The Marmara Esma Sultan’daki kokteylde sizi de aramızda görmek istiyoruz.

Faith No More Sziget'te!


İşte yılın haberi. Öf biliyorum çok fazla yılın bilmemnesi oldu ama bu çok iyi ya. Sziget Fesitvali'nin kadrosu en son belli olanlardan ama beklediğimize değiyor. Bakın son gelişmeler şurada. Hayır biz gidicez de o bakımdan...

Rolling Stone'un en sevdiği porno yıldızı!


Rolling Stone'un yeni sayısının ilginç yazılarından biri porno yıldızı Sasha Grey ile yapılan röportaj. Vanessa Grigoriadis ablamızın kalemi ne kadar kuvvetli biliriz. Fotoğrafları da Theo Wenner çekmiş. Jann Wenner'ın üç oğlu var. Bunlardan Theo şimdiden derginin aranan simalarından oldu. Fotoğraf çekiyor ve yazı yazıyor. Sasha'yı da ona teslim etmişler.
Sasha Grey daha önce Rolling Stone'un son Hot List'inde de yer almıştı. Ayrıca kendisinin Steven Soderbergh'in yeni filminde yer alacağını da hatırlatayım.

29 Nisan 2009 Çarşamba

'Gitaristi ülseri mahvetti' haberi!


Bakın ne güzel bir arka sayfa haberi bu. Kanadalı indie'ciler Japandroids'in turne tarihleri değişmiş. Ama neden? Çünkü gitarist Brian King'in ülseri azmış, dayanılmaz hale gelmiş ve sonunda kesmişler kendisini. Aman gece hayatı meraklıları dikkat etsin, şöyle karnıyarık olmasınlar...

Rolling Stone'un kapağında Bob Dylan var


Yeni sayı (1078) piyasaya çıkmış. Kapakta Bob Dylan var. Lennon le birlikte en fazla kapak olanlardan biri Dylan. İçindekiler de şöyle.
Sizce kaç kez daha olabilir?

Bir Sümeyye hangi müzik aletini çalmalı?


Nur (Çintay) bugünkü yazısında sormuş bu soruyu. Ben burada anlatılan fikirlere tamamen katılıyorum. Bir de notum var ek olarak.
Nur'cuğum bu soruyu bence en iyi Fazıl Say yanıtlar. Kendisi "Ben varoşlarda klasik müzik çalsaydım oraları AKP'nin oy deposu olmazdı" diye muhteşem bir açıklama yapmıştı zamanında. İlkokul iki kompozisyon ödevi tadındaki mektuplarından önce canım. Hatırlarsın... Şimdi Sümeyye Erdoğan'ın keman çaldığını öğrenirse dudağı bile uçuklar. Mehmet Ali Birand solda sıfır kalır yanında...

İşte Mefaret Aktaş'ın yıllar sonra yazdığı ilk yazı!


Canm Mefaret'imi Mansur kandırmayı başarmış. Mef, Bizibozmaz'da ilk yazısını yazmış. Aynen koyuyoruz. Ve takibe alın diyoruz. NY'a giden ve yıllarca turist gibi takılıp dönünce de sıradan hikayeler anlatan Türk'lere alıştık. Yalandan o restorana gittim, orada bir tane torbacı gördüm ay çok heyecanlıydı diye basın gezilerini macera diye kaktıran yazarlardan bıktıysanız Mefaret'in hikayeleri çok güzel. İşte eski gazeteci, Milliyet'in starı ve yeni NY barmeni Mef'in maceraları...

***

Adım Mefaret Aktaş. Türküm, doğruyum, tembelim ve New York’ta, Harlem’in ortasında bir ‘dive bar’da (Manası mutlaka ileride açıklanacak, sabırlı olun) barmenlik yapıyorum.

2002 yılında, İstanbul’da tam 8 yıl gazetecilik yaptıktan sonra birden etrafımdaki herşey ve herkes üstüme üstüme gelmeye, nefes alamamaya başladım. Milliyet gazetesinde çok güzel bir işim vardı, güzel bir muhitte oturuyor, güzel de para kazanıyordum. Sonra bir anda, önce panik ataklar başladı. Ardından ellerim, ayaklarımı uyuşmaya, sürekli bir endişe hali çökmeye başladı üstüme. Çok fena daraldım, depresyona girdim, Hayatımdan nefret etmeye başladım. En sonunda tebdili mekanda ferahlık vardır hesabi; iki adet bavulumu toplayıp, cebimde 1000- 1500 dolar ile New York’a taşındım.

7 yıldır New York’ta yaşıyorum. Eski kariyer günlerim çoook geride kaldı. Burada birkaç müzik kulübünün yöneticiliğini yaptım, birkaç konser organizasyonunda çalıştım. Şimdi barmenim. Çok ihtişamlı yerlerde de çalıştım ama şu anda aslında gayet de güvenli olan Harlem’in en tehlikeli bloğu olarak bilinen bir blokta bir barda her haftasonu kendi başıma barmenlik yapıyorum. Bir iki kişiyi tekme tokat bardan atmışlığım da var. Her seferinde “Ne zaman AK ile geri dönecek de tarayacak hepimizi bu herif” diye de bekliyorum!

Ama her zaman günü geçirecek kadar para yapıyorum. Çok da mutluyum. New York’un Türkiye’den en büyük farkı haftada üç gün çalışıp, o parayla dört gün yatarak makul ötesi bir hayat yaşayabilmeniz. Evet, krizde bile öyle. Tam da bu yüzden burada hayatımın büyük kısmını saz çalan ağustos böceği gibi ‘partileyerek’ geçirdim. Ve yine tam da bu yüzden anlatacak havalı, komik, ünlülerle ve partilerle dolu çok hikayem var. Ama hiçbiri bende şimdi anlatacağım gayet aşağılayıcı ve utandırıcı hikaye kadar iz bırakmadı. O yüzden, izin verirseniz, karlı bir kış gününde Lower East Side’da dünyalar yakışıklısı Josh Hartnett’le nasıl kesiştiğimize, Talking Heads’den David Byrne’e nasıl sandviç ve Cindy Lauper’a margarita yaptığıma, Viggo Mortensen’in ‘nerdy’ oğlunun babası sayesinde nasıl kız tavladığına, Özcan Deniz’in filminde çalışan patronuma, Brooke Shields’in restoranıma getirip durduğu -o ünlü doğum sonrası depresyonuna girmesine sebep olan- kabus bebelerine, davet edildiğim ‘über VIP’ Soho ’sex, drugs and rock’n'roll’ partilerine girmeden önce çok daha kişisel, ama çok daha eğitici, öğretici bir hikaye anlatmak isterim.

Tam bir New York 101 hikayesi. Üç gün New York’ta kalıp “Ben New Yorker’ım şimdi” diye kafa ütüleyen avanakların da kulağına küpe olsun!

2002 yılında New York’a daha yeni gelmiştim ve burada şansı yaver gidip de sözde “cool” takımla fırsatı bulan her Türk genci gibi kafam bulutlardaydı. Usta bir jonglör zarafeti ile, iki adet yemeyip de yanında yatılası sevgiliyi, şahane bir işi, ve “partilemeyi” gayet güzel çeviriyordum! Gündüzleri uyuyor ya da sevişiyor, geceleri de çalışıyor, sonra yine “partiliyor” ve tabii yine sevişiyordum. O gecelerin birinde 18 - 19 yaşındayken İstanbul’da tanıştığım, simdi Grammy sahibi bir prodüktör olan arkadaşım “Bill” (şimdiden söyleyeyim, ünlüler dışında hayatımdaki insanların isimleri hep “yalan” olacak) aradı, “Giant Step (New York’un en eski bağımsız plak şirketi), Donnie’yi Motown Records’a satıyor. Soho’da bir penthouse’da acayip bir parti var, date’im olur musun?” diye sordu. Yüzyıllardır tanıdığım Bill, yıllar içinde evlenmiş, sonra karısından ve çocuğundan ayrılmış, Lower East Side’da kocaman bir evde iki lezbiyenle yaşıyordu. Adamın hayatının en mutlu günleri olduğunu söyleyemeyeceğim. Beni rahatsız eden bir yapışkanlığı, bir uyuzluğu vardı o günlerde. Belli ki asılacaktı gecenin sonunda ve benim iki sevgilim ve işim arasında onunla uğraşacak vaktim yoktu. Ama “havuz başı, plak şirketi partisi” falan deyince aklım gitti. Müzik yazarlığı var kanımızda ya! “Bizim stüdyoya gel, oradan gideriz.” dedi. “Tamam” dedim.

Telefonu kapar kapamaz paçalarım tutuştu ama. “Ne giyeceğim?” Daha NY’a yeni gelmişim ve ilk “celebrity” partime gidiyorum, e biraz panikledim tabii. Sonunda bir sene önce Akmerkez Diesel’den aldığım benim için “too cool” olan parlak gri pantolonumla, arkasındaki delikleriyle kendimi biraz kertenkele gibi hissettiren siyah Patrizia Pepe bluzumu, dünyanın en cool ve yüksek topuk, kısa boyun botlarıyla eşleştirebildim. Bu arada Türkiye’de bilen pek yok ama Patrizia Pepe, New York’un baba parasıyla geçinen “hesapta karnı aç” artist tayfasının çok gözdesi. Kesin yakında karşınıza çıkar oralarda da. Giyecek bir şey ararken kesin bir kaç kilo vermişimdir ama yine de pantolonun içine girmek zor oldu. Bir rahatsızlık vardı anlayacağınız ama “New York’tayım, Soho’da rooftop havuzbaşı partisine gidiyorum. mutluyum, gururluyum hesabı, pek takmadım.

Bill’in stüdyosunda, o ve ortağı şimdi adını hatırlayamadığım yavşak görünüşlü bir rap’çi ile kayıt yapıyorlardı ama ara verdiler. Neyse, tanıştık falan ama üç herifin suratında sürekli moloz bir sırıtış var. İki lafın arasında sürekli bana bakıp kıkırdıyorlar. Ben de İngilizceme verip arada herhalde bir şey kaçırdım diye, orada çiğ tavuk gibi dikilip iyi niyetli gülümsüyorum. O an kendimi ne kadar zayıf ve yalnız hissettiğimi anlatmam imkansız. Bir süre sonra rapçi olan bir şarkı tutturdu. Su an tek hatırlayabildiğim,

“Oh, that’s right, oh no / fix yourself girl / you got a cameltoe” kısmı.

Üçü de hafiften sallanmaya dans etmeye başladılar. Kısaca, “Kendine çeki düzen ver kızım, ‘cameltoe’n var” diyor şarkı. Ama benim’cameltoe’nun ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.

Cameltoe: (Devetırnağı): (İng, argo) Bir kadının, gereğinden sıkı pantolon giymesi ya da pantolonunu çok fazla yukarı çekmesiyle, ön bölgesinde oluşan deve tırnağını andıran gözlere zarar manzara

”Ne oluyor diye?” Bill’e sordum. “Fannypack diye Brooklyn’li bir grup var, ‘Cameltoe’ diye bir şarki ile çok ünlü oldular, onu söyluyor” dedi. Ben saftirik “Haa, tamam o zaman” diyerek kapattım mevzuyu. Çıktık stüdyodan, konu bir daha açılmadı. Fırsatta olmadı zaten. Çünkü Soho’da efsane gibi bir penthouse’da efsane gibi bir partiye gittik. Şöyle ki; evin çatısında orman var, havuz var. Açık hava jakuzisi ve duşları var. Kendi ekosistemi var! Herkes bir dolce vita halinde takılıyor.

Neyse, ertesi günü gazeteci olan sevgilim Adam’la onun Williamsburg’deki evinde oturuyoruz. Bana o gün yaptıkları röportajı anlatıp bir manken kızın fotoğraflarını göstermeye başladı. Arada bir ikisini işaret edip “Şu ‘cameltoe’ya bak, kesin bunları kullanamayız. Utanır insan!” demez mi? ‘Dude!!??’ dedim- nedir bu ‘cameltoe’ biri Allah rızası için söyler mi?” Söylemez olaydı. Anında başımdan kaynar sular dökülüverdi. Ben öyle ‘cool’ olacağım, partilere gideceğim, ünlülerle tanışacağım derken, meğer bizim krolar benim ‘cameltoe’mla dalga geçmişler bir önceki gece! Ondan bana ve benim aşağı bölgeme bakıp gülüyorlarmış sürekli. Ha!

7 sene sonra bugün çok daha ‘bilge’, çok daha olgunum ve çok daha iyi İngilizce konuşuyorum. New York’ta yeni bir dünyayı tüm ayrıntıları ile keşfettim, çok yaşadım, çok eğlendim, çok öğrendim. Ama çok da ağladım. Şu anda yanımda uyuyan İrlandalı sevgilim Jamie tam sızmadan önce “Seni takdir ediyorum, bunca güzel hikayenin arasında, utanç verici olanı seçtin” dedi ama biraz da alınmış bir ifadeyle. Ama benim gözümde en önemli hikayem bu. Ben İngilizceyi o gün öğrendim sayıyorum kendimi.

Diyeceğim odur ki, aklında bulunsun ABD yolcusu Türk genci; atma kendini ‘cool’un kollarina heyecanla! Tetikte ol, akilli ol, ezilme! Bi’ de beni takip et ara sıra, havan değişsin…

28 Nisan 2009 Salı

Tom Morello'nun yeni projesiyle tanışın!


Tom Morello'nun yeni projesinin adı Street Sweeper Social Club. Morello ve rapçi Boots Riley'den oluşan ikili ilk albümünü de aynı isimle 16 Haziran'da yayınlıyor. Çok beğendik, takdir ettik. Organizatörler bir kenara yazsa iyi olur diye düşündük. Rage'i özleyen ve konserler için biraraya gelseler de yeni şarkılar yazmamalarına içerleyenler için çok tatmin edici. Aynı harika gitarlar, sağlam bir rap vokal ve daha az gürültü ile aynı ruhu yakalamış gibi duruyorlar. Kim bilir sahneleri ne harikadır bu adamların. (Şeklinde bir son cümle...)

Daft Punk'tan Thomas Bangalter Busy P'nin doğum günü partisinde kimi dövdü?




Thomas Bangalter of Daft Punk!! from ViDoL on Vimeo.

Efendim
, Daft Punk'tan Thomas Bangalter, Justice elemanları eşliğinde bir doğum günü partisinde çalıyor. Partide daha sonra kavga çıkıyor. Los Angeles'taki partide Fransızlar (Ed Banger tayfası) bayağı dövüyor milleti. İşte o gecenin bir bölümü. Kavgasız tarafından ama... Bir de o kadar kalabalık sahne olur mu yav, kim ne yapıyor belli değil. Heval ve Göktuğ'dan aldık haberi...
Yeri gelmişken bu, ortadaki elemanın doğum günü. Kendisi Justice'in acayip provokatif turne filmi A Cross the Universe'de de boy gösteriyor. Onu da bir yerden bulun izleyin muhakkak.

Tricky Efes Pilsen One Love'da!


Geçenlerde yazmıştık. Bu haberimiz de doğru çıktı. Tricky'nin 20-21 Haziran'da yapılacak Efes Pilsen One Love'a geleceği (20 Haziran) kesinleşti. Bizi izlemeye devam ediniz...

27 Nisan 2009 Pazartesi

Kalp kıran 50 şarkı!

Şurada bir liste var. Heartbreaking şarkılar diye. Ama bence" kalp telimizi sızlatanlar" gibi bir şey demek daha Türkçe. Hayli başarlı ve her dönemden şarkıları içeriyor. 10 CC de var Me'shell de, öyle söyleyeyim. Baştan çalmaya başlayın, kimi şarkıların sadece 30 saniyelik demo versiyonları bile olsa bana gece gece pek güzel geldi...

EW.coms 50 Most Heartbreaking Songs of All Time

İşte bu yazın konseri: Leonard Cohen Açıkhava’da!


Yıllardır her sene bahar ayları geldiğinde festival ortamlarnda aynı soru sorulur: “Leonard Cohen gelecek mi?” Ne zaman bir anket yapılsa ve Türkiye’ye gelmesi en fazla istenen sanatçılar sorulsa, Cohen mutlaka listenin üst sıralarındadır. Bu yaz hayaller gerçek oldu ve Cohen Türkiye’ye gelmeyi kabul etti. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın konuğu olarak Türkiye’ye gelecek Cohen, Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde 5 ve 6 Ağustos tarihlerinde iki konser verecek. Bilet fiyatları ve detaylar önümüzdeki günlerde belli olacak ve biletler satışa çıkacak. Bu haberi de ilk duyuran biz olalım istedik.

Güncelleme notu: Haberi alan gazeteler şu anda kültür sanat/magazin sayfalarını yıkıp baştan yapıyor. Önceden gönderenler ise pişman... En taze gelişmeler her zamanki gibi Hafif Müzik'te olacak...

Güncelleme notu 2: İşte İKSV tarafından hazırlanan ve az önce basına servis edilen bülten:

BİR RÜYA GERÇEK OLUYOR…

HAYRANLARININ YILLARDIR BEKLEDİĞİ LEONARD COHEN
NİHAYET İSTANBUL’DA


Müzikseverlerin yıllardır beklediği, efsanevi ozan-şarkıcı, Kanadalı yazar, şair, söz yazarı ve müzisyen Leonard Cohen, 2009 Dünya Turnesi kapsamında iki özel konser vermek üzere İstanbul’a geliyor.

İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve BKM işbirliğiyle gerçekleşecek Leonard Cohen konserleri, 5 Ağustos Çarşamba ve 6 Ağustos Perşembe günleri Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde gerçekleşecek.

Leonard Cohen konserlerinin bilet satışı ve diğer detaylı bilgiler daha sonra açıklanacak.

74 yaşındaki Kanadalı yazar, şair, söz yazarı ve müzisyen Leonard Cohen 26 Nisan’da Kanada’da başladığı 2009 Dünya Turnesi’ne Amerika konserlerinin ardından Avrupa ile devam edecek. Efsane isim Leonard Cohen’in konserlerinde “Suzanne,” “So Long, Marianne,” “Bird on a Wire,” “First We Take Manhattan” ve “Hallelujah” gibi klasikleşmiş şarkılarına da yer veriyor.

Thieves Like Us'tan Andy Grier, Hafif Müzik'e anlattı: "Amerikalıyım neticede kusuruma bakma!"

Geçen cumartesi Babylon'da çalan Thieves Like Us ile Seda Pekçelen görüştü. Dans müziği, Berlin'de depresif olmak, Fransızları sıkıcı bulmak, yüksek topuklu kadınlardan etkilenmek, Amerikalı olmanın yan etkileri... Bakın Andy Grier neler anlatıyor.

***


Thieves Like Us ile ilgili internette bilgi bulmanız biraz zor. Varla yok arası bir yerde duruyorlar, müzik sitelerinde röportajlarını, haklarında yazılmış bir albüm veya konser yorumunu nadiren buluyorsunuz. Kendi internet sitelerinden de hayır yok. Pitchfork’ta çıkış albümleri Play Music hakkında bir yazı var ki, albümü dinlemeden okumayın kanımca. Aksi takdirde grubun müziğine karşı önyargılarınız tavan yapabilir, epi topu 5.6 vermişler albüme. Dolayısıyla Thieves Like Us’ın Andy’siyle yaptığımız bu röportaj, grup hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen Türk dinleyicisine güzel kıyak olabilir.

Thieves Like Us’ı konser günü Babylon’daki soundcheck’leri sırasında bastık. Gerçekten soundcheck’ten ölesiye nefret ediyorlar. “Hemen bitse de kurtulsak” havasında olmalarına rağmen saat 20.00’ye kadar cebelleştiler, biz de onları bekledik. Bu arada “Drugs in my Body”yi bir kez ve “Headlong into Night”ı defalarca dinleyip, konsere antreman yapma şansımız oldu. Aldığımız duyumlara göre İstanbul’a Cuma günü gelmişler, Cumartesi günü Anadolu yakasına geçmek istemiş ve Arka Oda’ya gitmişler. Zaten ben rehberlerini telefonla taciz ettiğimde vapurdalardı. Pazar günü dönmek zorundalardı ve Andy bu durumdan hiç memnun değildi. “Keşke vaktimiz olsa da gezsem, çok da yorgunum hiç halim yok” diyordu biz Şehbender civarında kendisine sigara almak için bakkal ararken. Akabinde Pozitif’in ofisine geçtik konuşmak için. Andy sigara üstüne sigara yaktı, kafası da soundcheck’te aldığı alkolün etkisiyle hafif kıyaktı.

Thieves Like Us’ın Play Music adlı bir albümü var. Biraz karanlık ama dans edilebilir bir müzik yapıyorlar. Grubun adı New Order şarkısından ziyade Robert Altman’ın filmiyle alakalı. Factory Records mahsüllerini sevdiklerini söyleseler de grubun ismine bakıp doğrudan New Order muhabbeti yapan gazetecilere kıl oluyorlar.
Albüm öncesinde “Drugs in my Body”, Kitsuné Maison’ların 4 no’lu olanında yer almıştı. İlk albümleri de Fransa’da çıktı zaten (hiçbiri Fransız olmamasına rağmen). Ama gelin görün ki Andy Kitsuné’ye nefret kusuyor. Anlattıkları aşağıda, ama kısaca Kitsuné’ciler “Sizce albüm yapacağız” diye söz verip, sonrasında bunu gerçekleştirmemiş. Bayağı yamuk yapmışlar Thieves Like Us’a yani. Andy, Ed Banger sound’undan da nefret ediyormuş. Fransız elektroniği deyince aklınıza gelenleri unutup, Thieves Like Us’ı öyle dinlemelisiniz yani. Konserin ise eğlence dozu yüksekti ancak sadece 50 dakika civarı sahnede kalmaları memnuniyetsizlik sebebiydi. Buyrun grubun vokali Andy’nin anlattıklarına...

Andy sen Amerikalısın, Pontus ve Björn İsveçli. Ama Berlin’de tanışmışsınız, şimdi de Fransa’da yaşıyorsunuz. Nasıl oldu da yollarınız Berlin’de kesişti?
Berlin’e 2002’de gittim. Öncesinde üç sene boyunca New York’ta yaşadım. New York’tan bıkınca Berlin’e gitmeye karar verdim, çünkü o ara Berlin çok popülerdi. Bir grup kurmak istiyordum, New York’ta pek çok arkadaşımın grubu vardı. Berlin’de Pontus ve Björn ile bir piknikte tanıştık, öyle pek ilginç bir tanışma hikayemiz yok. Önce arkadaştık, 2004 gibi grubu kurmaya karar verdik.

Ne gaza getirdi peki sizi beraber müzik yapmak için?
Çıktığım kızın bir grubu vardı ve korkunç bir gruptu. Berlin’de sürekli konser konser gezerdik ve gerçekten çok kötü gruplarla karşılaşıyordum. Benim takıldığım kızınki de iki kişilik bir elektro grubuydu. Backing track’ler üzerine söylüyorlardı. Berlin aslında ilginç bir yer. Oradan iyi grup pek çıkmıyor. Peaches var ama aslında Kanadalı, Gonzales de öyle. İkisi de aslen Alman değil. Peaches bu arada arkadaşımdır, çok cool biri. Artık ortalıkta çok Peaches kopyası var biliyorsun. Neyse sonuçta Berlin’de berbat gruplar olması bizi gaza getirdi Thieves Like Us’ı kurmak için. Björn ve ben daha önce başka gruplarda hiç çalmamıştık. Pontus ise neredeyse altı yaşından beri enstrüman çalıyor. Birtakım gruplarda davul çalmışlığı var.

Müzik yapmadan önce nasıl geçiniyordun Berlin’de? Myspace’inizde bulaşıkçılık yaptığınız yazıyor.
Evet bulaşıkçılık yaptım. En fenası bir ping pong barında çalışmamdı. Sadece nerd tiplerin geldiği bir yer düşün, çok acayipti. O zamanlar iki ayrı hayat yaşıyor gibiydim. Çünkü New York’a sık sık geri uçmam gerekiyordu para kazanmak için. Sonra Berlin’e dönüyordum. New York’ta çok meşhur bir gece kulübünde çalışıyordum, çok para kazanıyordum, acayip güzel kadınlar vardı. Para yapınca da Berlin’e geri gidiyordum, o iğrenç ping pong barına. Para yok, iğrenç nerd’ler etrafımda...

Berlin macerası travmatik olmuş galiba senin için. Neden illa Berlin’e dönmek için bu kadar kasıyordun?
Kesinlikle travmatikti, evet. Berlin çok popülerdi o dönem, ondan gittim. New York’tan kaçmak istiyordum ve Avrupalı grupları çok dinliyordum. Sene 2002’ydi. Pavement gibi bir müzik yapmak istemiyordum, o ara Amerika’da indie rock çok popülerdi. Vokal stilleri de farklı, çok yukardan söylüyorlar. Ben daha değişik bir şey yapmak istiyordum.

Play Music albümünü Berlin, Viyana, New York, Londra, Rio de Janeiro ve Stockholm gibi çok farklı yerlerde kaydettiniz. Neden böyle oldu?
Nerede yaşayacağımıza karar vermemiz çok zor. Çünkü Pontus ve Björn (İsveçli oldukları için), Amerika’da, ben de Avrupa’da üç aydan fazla kalamıyorum. Ondan gidip gelmek zorundaydık.

Peki bu albüm kaydını yaptığınız şehirler arasında en sevdiğiniz, en ilham verici olanı hangisiydi?
Berlin’di herhalde. Hiç gittin mi Berlin’e? Ben ordayken çok depresftim. Ama orada dinlediğin müzik, şehre o kadar uyuyor ki. Berlin’in çok özel bir ambiyansı var. Çok fazla açık alan, çok fazla ışık var ama pek insan yok. Garip bir yer. Biraz da şizofrenik.

Berlin’deki müzik sahnesi nasıldı o zamanlar? Demin berbattı dedin, o kadar kötü müydü gerçekten?
Berlinliler bir komün hayatı yaşıyor. Birinden bir şey ödünç almak istediğinde mesela çok yardımcı oluyorlar. Birçok müzik grubuyla da arkadaş olmuştum. Bence kendilerine has bir müzik zevkleri var, ne dinlemek istedikleri konusunda çok spesifikler.

Grubun ismiyle, aynı adlı New Order şarkısı arasında bir alaka var mı?
Alt tarafı grup ismi işte, özel bir anlamı yok. Gençlik zamanlarımda dinlerdim New Order ama grubun ismini koymamızda etkili olmadı. Bir kitabın da bir televizyon programının da ismi Thieves Like Us. Robert Altman’ın da Thieves Like Us diye bir filmi var.

“Drugs in my Body” 2007’de Kitsuné Maison’da yer aldı. Kitsuné bir süredir yükselişte olan bir label. Sizi nasıl buldular? EP’nizi mi gönderdiniz?
Sanırım birkaç farklı adam bizden bahsetmiş onlara, bu şekilde oldu.

Peki Kitsuné’nin toplamasında yer almak sizin albüm anlaşması yapmanızı kolaylaştırdı mı?
Kitsuné garip bir şirket. Çok hype ediliyorlar, insanlar Kitsuné’den ne çıksa dinliyor. Toplamada yer almak işimizi kolaylaştırdı, adımız duyuldu çünkü. Sonra Kitsuné bize albüm yapmak istedi. Ama “Bir sene bekleyin” demeye başladılar albümü çıkarmak için. Birlikte çalışılması çok güç bir şirket. Onlarla çalışan insanlar gerçekten çok dikkatli olmalı. Biz çok problem yaşadık. Esas olan şu ki, onların yeni yeni gruplara ihtiyaçları var, o toplamada yer verebilmek ve satabilmek için... Ya ben aslında onları hiç sevmiyorum! Çok kızgınım Kitsuné’ye. Bizim albüm neredeyse bitmişti, mikse gitti. Ve albümü çıkartmak için bizi bir sene beklettiler. Sonra da bizimle konuşmayı kestiler. Kitsuné’nin sahibi de Paris’te yaşıyor benim gibi, bazen karşılaşıyoruz sokakta. Komik oluyor gerçekten.

Fransa menşeli elektronik gruplar hakkında ne düşünüyorsun peki? Hiç mi beğendiğin yok?
Çok sıkıcı. Bence zaten müzik sahnesi genel olarak çok sıkıcı son zamanlarda, sırf Fransa’da değil. Teknolojinin bunda etkisi olabilir. Artık müzik yapmak ve yayınlamak çok ucuz hale geldi. Myspace sayesinde herhangi biri müziğini insanlara ulaştırabiliyor. Bu da iyi bir şey tabii, çünkü arada süper şeyler de çıkabiliyor. Ama çok berbat işler de var gerçekten, çoluk çocuğun yaptığı. Bence insanlar 25-27 yaşından önce iyi müzik yapamaz. Bir şeyler üzerine yazabilecek kadar çok şey yaşamış olmuyorsun 25’ten önce. Ondan o yaşlarda çıkan şeyler çok sığ oluyor. Ben şahsen myspace’te takılıp yeni gruplar keşfetmiyorum. Arkadaşlarım bir şeyler tavsiye ederse bakıyorum. Size Here We Go Magic isminde Brooklyn çıkışlı bir grup tavsiye edebilirim. Çok iyiler. Bu arada “Drugs in my Body” bir club şarkısı biliyorsun, bazı şarkılarımız tam dans-disko tadında. Ama ben Ed Banger Records’tan nefret ediyorum, hiç dinlemem. Hiç bana göre değil. Ed Banger bence kendine has bir tarz.

Peki kliplerden bahedelim biraz da. “Your Heart Feels”ın klibi çok güzel ama aynı zamanda depresif bir öyküsü var. “Drugs in my Body” klibiyle de bağlantılı. Bu kliplerin yaratım aşamasında siz de var mıydınız, nasıl ortaya çıktı hikayeleri?
Christiane F. diye bir Alman filmi var, iki klibin de görüntüleri oradan. Filmi izlemelisin mutlaka. Klip çekmek istiyoruz ama piyasadaki tüm klipler bizce klişelerden ibaret. İstediğimiz gibi bir klip çekebilmek için yeterli paramız yok. Böyle filmlerden görüntüler alıp, bildiğimiz anlamda klasik bir müzik videosu yapmamak sanırım en iyisi.

Vokal tarzını Ian Curtis’e benzetenler var. Çok etkilendiğin biri midir Curtis?
Ben vokalimin Curtis’inkine benzediğini düşünmüyorum. Çok fazla değişik müzikler dinliyorum. Madchester döneminden Section 25’ı çok dinledik, onlar da Factory Records’tan. Veya The Duritti Column. Bu iki grubun da prodüktörü aynıdır zaten ki kendisi (Martin Hannett) Joy Division’ın da prodüktörüdür. Ama Joy Division’ı çok dinlemedim. Vokalimin Curtis’e benzemesine gelince bence bugünlerde herkesin vokal tarzı başka birininkine benziyor. Çünkü insanlar kırk senedir rock müzik icra ediyor, tabii ki benzeyecek birbirine. Binlerce The Rolling Stones gibi tınlayan grup var ortalıkta. Bizde de tabii ki Factory Records’ın etkisi var, New Order’ın da. Zaten ismimizden dolayı da insanların aklına doğrudan New Order geliyor ve bizi bu yüzden eleştiriyorlar. Bu da o kadar saçma ki... Ayrıca vokal tarzım bence Ian Curtis’ten ziyade Blonde Redhead’inkinden etkilenmiştir. Çünkü çok dinlediğim bir gruptur Blonde Redhead.

Peki kimleri dinleyerek büyüdün?
Lisedeyken çok fazla The Cure dinledim. Ve bir dolu shoegaze grubu. Hala da dinlerim bu tarz grupları zaten.

Myspace’nizde etkilendikleriniz bölümünde ‘high heels and lasers’ yazıyor. Ne kastediyorsunuz bununla? ‘Kimlerden etkilendiniz?’ tadında sorularla bir nevi dalga mı geçiyorsunuz bunu diyerek?
Müziğimizde fütüristik veya uzaya ait diyebileceğim bir tat var. Bence bunun sorumlusu synthesizer’lar. Aynı tarz synthesizer’lar Brian Eno’da ve Timbaland’da da var, ki ben Timbaland’ı çok severim. ‘Laser’ olayı da bu science fiction’vari, geleceğe aitmiş gibi tınlayan sound’umuza bir gönderme. İlk dönem Factory Records mahsülü müziklerde de böylesi bir sound vardı. ‘High heels’e gelince, o da sanırım modaya bir gönderme. Şimdi böyle söyleyince akla bilimkurgu gelecek ve moda biraz alakasız durdu. Sana mantıklı geldi mi bari?

Moda biraz garip kaçtı cidden diğer anlattıklarının yanında.
Yani yüksek topuk giyen kadınlardan etkileniyoruz diyelim o zaman.

Pitchfork’taki albüm kritiğinde “Sugar and Song” adlı şarkınız için ‘Spiritualized’ın parçaları kadar depresif bir ayrılık baladı’ denmiş. Katılır mısın bu yoruma? Spiritualized’ın müziğiyle sizinkini ben çok da benzetemiyorum.
Bu çok iyiymiş. Katılıyorum. Hayatımda gittiğim en iyi konserlerden biri Spiritualized’ınkiydi. Sene 1996 olabilir. Spiritualized’ı çok dinlerim. Özellikle ilk üç albümü çok severim. Sonrasında Spacemen 3’yi de dinledim. Ben aslında Sonic Boom denen adamı (Peter Kember) daha çok beğeniyorum, Spiritualized’ın diğer esas adamını yani. Konsere gittiğimde inanılmazdı Boom. Ama şöyle de bir durum var, bu adamların hepsi yaşlandı. Yaşlandıkça albüm yapmanız zorlaşıyor, kendini tekrar ediyorsun, klişelere takılıp kalıyorsun. Spiritualized mükemmeldir ama adam biraz garipleşti artık. Son albüm Songs in A&E’yi de biraz dinledim. Albümün arkasındaki hikayeyi de düşünecek olursan ne kadar acıklı. Jason Pierce çok hastaydı, hastanedeydi. Ondan öncesinde de uyuşturucu bağımlısıydı. Çok dramatik bir öyküsü var. Neyse sonuçta Pitchfork’un yorumu benim için bir iltifat.

Play Music Amerika’da Nisan başında yayınlandı. Amerika’da iyi bir yere gelebileceğinizi düşünüyor musun? Amerika’da başarılı olmak senin için Avrupa’da başarılı olmaktan daha önemli olabilir mi? Amerikalısın sonuçta.
Amerikalılara bizim müziğimiz egzotik gelecektir. “Drugs in my Body” bu arada Urban Outfitters’ın toplama albümünde yer aldı. Amerika’da bayağı bir yayıldı yani şarkı. Amerika’da bir turne organize etmeye çalışıyoruz. New York’ta bir kere çaldık, berbattı. Kimse tanımıyordu bizi o zamanlar. Geçen sene Los Angeles’da çaldık, çok iyiydi. Ticari açıdan düşünecek olursak, tabii ki Amerika’da başarılı olmak önemli. Avrupa’dan çıkıp Amerika’ya açılan gruplar Avrupa’da daha popüler hale gelebiliyor. Ama İtalya’da başarılı olup da Avrupa’nın genelinde çok popüler olmak söz konusu olmayabilir. Çünkü Avrupa çok homojen bir yapıya sahip değil.

Birçok şarkınızı myspace’inize koymuşsunuz. Mp3’lerin grubun geleceğini tehlikeye attığını düşünenlerden değilsiniz sanırım.
Hayır hayır, insanların konserlere gelmesini sağlıyor internet. Konsere gelenlerle konuşuyorum, kimsenin artık albüme para verdiği yok. Nasıl beleşe indirebileceklerini soruyorlar. Bence hiç sorun yok bunda.

Myspace’ten mesaj atan dinleyiciler veya başka gruplar olduğunda cevap yazıyor musunuz?
Evet, birileri bize myspace’ten mesaj attığında cevap veriyoruz. Öyle cevap vermeyecek tarzda büyük bir grup değiliz henüz. O noktaya gelmemiz çok zaman alacak bence. Normal bir grup olmaya çalışıyoruz. Bir de zaten biz de o yaşlardayken birçok grubun ağır hayranıydık. Gidip imza falan isterdik milletten.

Ufukta ne gibi projeler var? Yeni bir video, albüm...?
Yeni bir single’ımız çıkacak 6 Haziran’da. İsmi “Really Like to See You Again”. Play Music albümünde olmayan bir şarkı. Başka yeni şarkılar da olacak single’da ama şarkıların remiksleri olmayacak. Remiks pek yapmıyoruz. Single sonrasında da sene sonuna doğru yeni bir albüm çıkarırız diye umuyorum.

Rio’ya yerleşmek istiyormuşsunuz.
Umarım gerçekleşir ileride. Sanırım yapacağız onu bir ara, oradan oraya savrulmayı çok seviyoruz. Rio çok çılgın bir şehirdir.

İstanbul’da gezip tozacak vaktin oldu mu? Neler yaptınız bugün?
Anadolu yakasına geçtik bugün, takıldık biraz. Güzeldi her şey. Ama o meşhur camiilerinizi gezmedim. İstanbul çok kompleks bir şehir. Adam akıllı gezmem için iki üç ay kalmam lazım burada. İnşallah bir 20 sene daha yaşarım da gelecek fırsatım olur tekrar. Berlin’deyken Türk kültürü hakkında bir şeyler öğrenmiştim. Türk bir arkadaş edinmiştim. New York’ta da Türk bir arkadaşım vardı, hatta benim başka bir arkadaşımla evlendi. Artık burada yaşıyorlar ama arkadaşım şu anda New York’ta. Karısı burada, konsere de geliyor bu gece. Ben aslında biraz Türk tarihi öğrenmek istiyorum. Biraz kafa karıştırıcı bir tarihiniz var, toplumunuz karma ırklardan oluşuyor değil mi? Çok fazla farklı insan buraya göç etmiş olmalı yüzlerce yıl önce. Bayağı okumam lazım sanırım bu konuda, Amerikalıyım neticede kusuruma bakma.
Seda Pekçelen

İşte Natalie Portman'ın kurduğu film sitesi...


Natalie Portman film endüstrisine dair gelişmeleri 'içeriden' bilgilerle veren bir film sitesi kurdu. Daha doğrusu buna bir film social network demek daha doğru. Adı MakingOf. Şu an çekilen fimler, röportajlar, setten haberler, yönetmenlerle, prodüktör ve senaristlerle yapılmış röportajlar var. Videolarda çok güzel röportajlar ve sohbetler var.

26 Nisan 2009 Pazar

Proudpilot'a sahne şovu lazım!


Biri bas, diğeri klavyede iki kız kardeş ve harika bir davulcu. Şarkı söyleyip, mırıldanıp çığlıklar atıyor, aletlerinden en ilkel sesleri çıkarmaktan çekinmiyorlar. Peyote’deki performanslarıyla nam salan Pınar-Ekin Üzeltüzenci ve Kaan Akay, başdöndüren loop’lar, sayıklamalar, haykırışlar ve paralize eden davul ataklarıyla oluşturdukları bu ‘elektronik ayin’i şimdi bir albüm haline getirdiler: Monsters Exist. Bu hipnotik 40 dakikayla tanışmadan önce yanınıza erzağınızı alın, çantanızı eksiksiz yapın. Hiç beklemediğiniz yerlere gidebilirsiniz.

***

Geçen gün Peyote Hakan aradı ve Proudpilot’ın ilk albümü Monsters Exist ile ilgili bir paragraf yazmamı rica etti. Albümü dinledikten sonra hiç edit etmeden yukarıdaki satırları yazdım. Albümü muhakkak edinin. Bence çok avangart ve ilkel bir hali var ki asıl hoşuma giden de bu oldu. Bir de sahne şovu lazım şimdi onlara. Kimbilir belki 6 Mayıs'taki lansmana birşeyler yetiştirip herkesi şaşırtırlar.

25 Nisan 2009 Cumartesi

Coachella'dan manzaralar, karpostal tadında...




Spin derlemiş. Şurada...

Depeche Mode'dan ücretsiz halk konseri!



Yok, Gülhane Parkı'nda değil. Los Angeles Hollywood Bulvarı'nda (23 Nisan). Grup Sounds of the Universe'ün tanıtımını binlerce kişiye ücretsiz yapmış.
İşte Depeche Mode'un ücretsiz halk konserinde çaldığı şarkılar...
'Wrong'
'Personal Jesus'
'Walking in My Shoes'
'Peace'
'Come Back'
'Enjoy the Silence'
'Never Let Me Down Again'

24 Nisan 2009 Cuma

İngiltere'nin en zengin müzik insanları kim?


Sunday Times'ın hazırladığı 2009 zenginler listesi şöyle. Elton John, Mick Jagger ve Paul Mc Cartney bu yıl global krizden etkilenerek % 10 oranında servet kaybetmişler. Rakamlara baktığınızda çok büyük miktarlar bunlar. Birinci sırada ise Zomba'nın kurucusu var...

Clive Calder (£1.3bn)

Lord Andrew Lloyd Webber (£750m)

Sir Paul McCartney (£440m)

Sir Cameron Mackintosh (£350m)

Simon Fuller (£300m)

Sir Mick Jagger (£190m)

Sting (£180m)

Sir Elton John (£175m)

Keith Richards (£175m)

Olivia and Dhani Harrison (£140m)

Sir Tim Rice (£140m)

Festival Amerika'da izlenir dedik ama...

Siz yine de dikkat edip fazla dağıtmayın ki başınıza şöyle şeyler gelmesin... (Ya evet biliyorum bir de olayın 'pipi' boyutu var...)


Naked Wizard Tased By Reality from Tracy Anderson on Vimeo.

23 Nisan 2009 Perşembe

Festival Amerika'da izlenir!



İtiraz etmeden şu line up'a bakın...

Depeche Mode, Tool, the Killers, Jane’s Addiction, Beastie Boys, Kings of Leon, Lou Reed, Ben Harper, Thievery Corporation, Snoop Dogg, Rise Against, Andrew Bird, TV on the Radio, Vampire Weekend, the Decemberists, Neko Case. STS9 (Sound Tribe Sector 9), Animal Collective, Band of Horses, Of Montreal, Arctic Monkeys, Coheed and Cambria, Ben Folds and Fleet Foxes, Silversun Pickups, Kaiser Chiefs, Crystal Castles, Bon Iver, Santigold, Atmosphere, Dan Auberbach, Cold War Kids, Deerhunter, Lykke Li, Robert Earl Keen, Peter Bjorn and John, Heartless Bastards, Gomez, Glasvegas, Federico Aubele, Dan Deacon, Passion Pit, The Raveonettes, The Gaslight Anthem, The Airborne Toxic Event, White Lies, Ra Ra Riot, No Age, Asher Roth, Los Campesinos, Bat For Lashes, Chairlift, Gang Gang Dance, The Virgins, Amazing Baby, Portugal, The Man, The Knux, Ida Maria, Delta Spirit, Friendly Fires, Manchester Orchestra, Constantines, Ezra Furman & The Harpoons, Hockey, Miike Snow, Alberta Cross, Hey Champ, Sam Roberts Band, The Henry Clay People, Davy Knowles and Back Door Slam, Cage the Elephant, Living Things, The Low Anthem, Blind Pilot, Langhorne Slim, Other Lives, The Builders and The Butchers, Eric Church, Joe Pug, Kevin Devine, The Green Cards, Carney
Thenewno2,

DJ setler de şunlar...
Bassnectar
MSTRKRFT
Simian Mobile Disco
DeadMau5
Boys Noise
KiD CuDi
Crookers
A-Trak
Hercules and Love Affair (DJ Set)
The Bloody Beetroots (DJ Set)
LA Riots
Kaskade
The Glitch Mob
Hollywood Holt
Rye Rye
He Say, She Say
Car Stereo (Wars)
Dark Wave Disco
Moneypenny
Yello Fever
Animal Collective (DJ Set)

Nirvana konser albümü Kasım'da çıkacak!


Albümde grubun Boston'ın More Than a Feeling'inin Reading Festival (1992) cover'ı da yer alıyormuş. Bu arada bir de not: Bu festivalin orijinal afişi Akmar Zihni'nin duvarında asılı Nirvana bayağı altlarda, öğle sıcağında çıkan gruplardan biri olarak yer alıyor listede...

'Canavarlar' yaşıyor, inanmayan bu albümü dinlemeli!



Bir süredir stüdyoda olan Proudpilot, ilk albümünü nihayet tamamladı. Daha önce Hafif Müzik’te kendileriyle ilgili info geçmiştik, şimdi ise albüm ve sıradaki hamleleriyle ilgili bir güncelleme yapalım istedik. Pınar ve Ekin Üzeltüzenci kardeşler ve Kaan Akay’dan (davul) kurulu grubun, özellikle bar ve kulüp performanslarından gelen bir namı, hafife alınmayacak kadim bir fan kitlesi mevcut. İlk albümleri ise, sıklıkla konsere çıktıkları Peyote’nin geçen yıl hayata geçirdiği plak şirketinin etiketini taşıyacak (şirketten çıkan ilk albüm Replikas’ın Zerre’si olmuştu).

Proudpilot’ın ilk albümü Monsters Exist adını taşıyor. Gökhan Deneç’le birlikte kaydettikleri albümün mastering’ini ise Replikas’dan Burak Tamer’e teslim etmiş üçlü. Herhangi bir arıza çıkmazsa albümü 1 Mayıs’ta raflarda görebilirsiniz. Monsters Exist’te 13 şarkı yer alıyor. Tanıtım konseri ise 6 Mayıs Çarşamba günü Peyote’de gerçekleşecek. Gruba aşina değilseniz bu Cumartesi (25 Nisan) yine Peyote’de sahnede olacaklarını belirtelim, hem de Replikas’la birlikte. Gidin görün, bizden size tavsiye. Neymiş yahu diyorsanız konserden önce fikir sahibi olmak için şuraya bir uğrayın.




22 Nisan 2009 Çarşamba

Lauryn Hill mi?


Lauryn Hill, Stockholm Caz Festivali'nin headliner'ı olacakmış. Lauryn Hill deyince aklıma iyi şeyler gelmiyor artık. Buradaki konseri ne ajite ne kötü ve ne kadar ruh hastası bir performanstı. Tek kelime etmeden tepindi, devindi, darlandı durdu sahnede... İzlerken bana çarpıntı gelmişti kadının rahatsızlığından. Şu resme bakınca onu hatırladım. Bazı sanatçıları canlı izlemek her şeyi bitiriyor. Lauryn Hill onlardan biri.

Sevdiğimiz şeyler: Klip


Chairlift - "Evident Utensil" Music Video from Data Mosher on Vimeo.

Heval yollamış, biz de pek beğendik canım. Efektler mefektler...

Günün Dedikodusu: Tricky Efes Pilsen One Love'a geliyor!


Hafif Müzik haber merkezine neredeyse her gün bir sürü haber geliyor. Bunların bir kısmı doğru çıkıyor, bir kısmı ise tamamen palavra. Bazılarının ise doğruluğu 'kuvvetle muhtemel' kategorisinde oluyor. İşte size kesin olmayan, ama bu kategoride bir haber. Söylentiye göre Tricky Efes Pilsen One Love'a katılmak için İstanbul'a geliyor. Henüz net değil, anlaşma yapılmış da değil ama üzerinde çalışılıyormuş. Tricky daha önce 18 Ağustos 1999'da Türkiye'ye gelecekti. O gün ne haldeydik hatırlayın. Bakalım Tricky bu defa kazasız belasız gelip konserini verebilecek mi?

21 Nisan 2009 Salı

Artık herkes Kiki'ye gidiyor...



Efendim Cihangir marji-sosyetesinin yeni bir mekanı var: Kiki. Dün (ex-Rolling Stone ve Proudpilot) Pınar Hanım Üzeltüzenci'nin de burada çalacağını öğrendik. Bunun üzerine mekanı da şöyle bir tanıyalım dedik. Bu konuları yemiş yutmuş bir arladaşımız olan Time Out Seda (Pekçelen) bakın mekanla ilgili hangi bilgileri veriyor. Bu arada bu akşam Pınar ve Özer Dj Bey ve DJ Beybi olaraktan çalıyorlarmış, haberiniz olsun...

***

Sıraselviler’de Alman Hastanesi’nin karşısında konumlanan ve geçtiğimiz Aralık’ta açılan Kiki, bir süredir Taksim civarındaki popüler mekânlardan. Popülerliğinin sebebi samimi, sevimli ortamı ve çarşamba, cuma, cumartesi günleri düzenlenen ve bir ev partisi havasındaki partileri. Burası aslında bir kafe-restoran, ama arka tarafında bir de bar mevcut. Parti günlerinde dans etmek için ideal bir ortam oluyor Kiki’de. Eskiden Çukurcuma’da ufak tefek bir çay evi olarak hizmet veriyorlardı, ancak şimdiki kadar popüler değillerdi. Artık işi büyüttüklerini ve kafe-restoran-bar kıvamına geldiklerini söyleyebiliriz. Ufak bir not düşelim, ortaklardan Burcu Denizer’in annesi Sibel Eren de Cihangir Smyrna’nın sahibi. Aileden geliyor mekân işletmeciliği yani.

Peki Kiki’de kimler DJ’lik yapıyor, ne tarz müzikler çalıyor? Genelde Kiki’nin sahiplerinin arkadaşlarını DJ setin başında görüyorsunuz. Bu isimler müzikle yakından ilgili ama asıl mesleği DJ’lik olmayan kişiler. İşin en güzel yanı piyasa olmayan, her yerde dinleyemeyeceğiniz müzikler çalıyorlar ve kulaklarınızın pasını siliyor, belki de yeni müzikler keşfetmenizi sağlayıp muazzam bir hizmet sunuyorlar.

Kiki’nin müzik direktörü Mert Topuz nam-ı diğer DJ Supersoul. Haftada bir gün mutlaka kendisi set başında. Kaan Sezgin (Sezyum, nam-ı diğer DJ Sarıyılan) geçen hafta Kiki’de çaldı. Parti öyle eğlenceli geçmiş ki Sezyum artık her ay Kiki’de DJ’lik yapacak. Ayrıca Babylon’dan ve İstanbul’un muhtelif mekânlarından fazlasıyla aşina olduğumuz DJ Style-ist (Metehan Çorumluoğlu), Çukurcuma’nın plak vahası Deform-E’den Ozan Maral ve Tayfun Aras, Nekropsi’nin davulcusu Cevdet Erek de DJ Cev Edit adıyla Kiki’de DJ’lik yapanlar arasında.
Kiki’de en çok çalan DJ'lerden biri de Nazım Hikmet Richard Dikbaş, yani Dj Chip Shop. Kendisinin Facebook’ta yaptığı event sayfalarının da hayli eğlenceli olduğu söyleniyor, giriniz bakınız. DJ Chip Shop bazen Deniz Pınar’la (Dr. Moog) birlikte çalıyor. Deniz Pınar İstanbul'un ilk plakçılarından olduğu için arşivinde hiçbir yerde duyamayacağınız Türkçe rock’n roll parçalar mevcut. Dolayısıyla kendisinin çaldığı gece ilginç olabilir.
Partilerde gecenin konseptine göre kimi zaman post punk, elektro, no wave, disko, house, tekno, 60’ları punk’ı, disko rock, psychedelic tınılar gecenize eşlik ediyor. Geçtiğimiz cuma da gecesi soul, funk, R’n’b gibi türler yankılanıyordu örneğin. Ayrıca her perşembe Ece Ulutan çalıyor. Perşembe günleri daha normal bir bar gecesi oluyor.

Yarın da (22 Nisan) DJ Bey & DJ Beybi, nam-ı diğer Özer ve Pınar (proudpilot’tan Pınar Üzeltüzenci) çalıyor Kiki’de. Her hafta kimin çalacağına dair bilgileri, facebook’tan Kiki’nin grubuna üye olduğunuz takdirde invitation kılığında edinebilirsiniz. Mekânı keşfetmediyseniz partilerin olduğu bir gün mutlaka yolunu düşürün diyoruz.

Son olarak Kiki’nin alamet-i farikalarından birinin yemekleri, özellikle de deniz ürünleri olduğunu ekleyelim. Bahçesi de güzel havalarda keyif yapmak için ideal. Kafe bölümünü ise sıcacık dekore etmişler, ev ortamı var burada. Lap-top’ınızı alıp takılabilirsiniz. Özel içecekleri arasında ‘akşamdan kalmalar’ için bir karışım (formülü: biberiye, ak söğüt, ballıbaba, karabaş) mevcut, Cihangir’de oturan ve sabah ayılamayan gece kuşlarına duyurulur. Pazar günü brunch’larını da tavsiye ederiz. Her şey ev yapımı ve 25 TL. Afiyet olsun.
Seda Pekçelen

Jane's Addiction Rock'n Coke'a gelemeden dağılabilir mi?


Solist Perry Farrell ve müzik basınına bakılırsa, evet. Bu kimseyi şaşırtmaz. Bu yıl 17-19 Temmuz tarihlerinde Kurtköy'de yapılacak Rock'n Coke'un rock kontenjanının ağır konuğu Jane's Addiction. Grup bu yıl yeniden birleşti ve yine Rock'n Coke'a gelecek Nine Inch Nails (NIN) ile turneye çıktı. Addiction'ın esas adamı Perry Farrell kendilerini bir araya getiren kişinin NIN Trent Reznor olduğunu söylemiş. Zaten birlikte turnede olmalarından da anlıyoruz. Lakin Farrell diyor ki sular daha durulmamış. Grup birbirine büyük bir aşkla bağlı değilmiş. Bir araya geldiler diye kucaklaşıp ağlaşmamışlar. "Şimdi de" diyor Farell, "ben işimi yaparım. Sahnede iyiyiz ve bu hoşuma gidiyor. Bu devam ettiği sürece kalırım ama gerisini bilemem."
Şimdi bu pek çok grup için böyle tabii ama bu açıklamanın bir anda gelmesi düşündürücü. Ayrıca Rolling Stone ve Spin her ikisi de bu haberi web'de manşet yapıp duyurdu. Grup birleşti ama bu çok uzun sürmeyebilir diye. Hatta turne için bilet alan hayranlar ortada mı kalacak yoksa diye ortalığı velveleye bile verecekeler neredeyse.
Bakalım neler olacak? Addiction'daki gerilim Kurtköy'e kadar devam edecek mi?

Güneşli şarkılar...


Rolling Stone okurları yapmış. Güzel liste olmuş bu sefer...


1. Cream – “Sunshine of Your Love”
2. Soundgarden – “Black Hole Sun”
3. The Beatles – “Here Comes the Sun”
4. Rage Against The Machine – “People of the Sun”
5. The Animals- “House of the Rising Sun”
6. Donovan – “Sunshine Superman”
7. Weezer – “Island in the Sun”
8. The Kinks- “Waterloo Sunset”
9. Elton John – “Don’t Let the Sun Go Down On Me”
10. The Velvet Underground – “Who Loves the Sun”
11. TV on the Radio – “Staring at the Sun”
12. Stevie Wonder – “You Are the Sunshine of my Life”
13. Sex Pistols – “Holiday in the Sun”
14. Arctic Monkeys – “When The Sun goes Down”
15. Violent Femmes – “Blister in the Sun”

20 Nisan 2009 Pazartesi

Konya'da Rock festivali


Etkinliğin adı Selçuk Rock Fest. Mekan Konya. Tarih 24-26 Nisan. Konya Selçuk Üniversitesi bünyesinde bulunan YardımlaşaRock ve Kültür topluluğu hep İstanbul'da yapılmasına alıştığımız etkinliklerden birini, bu defa İç Anadolu'ya taşıyor. Çok da iyi yapıyor. Festival aynı zamanda TÜRK-B isimli, Türkiye Üniversiteler arası rock kongresi de denebilecek bir oluşumun da ilk adımını atıyormuş. 24 Nisan'da Konya'da 43 üniversitenin rock kulüplerinden temsilciler buluşacak. Neredeyse CHP olağanüstü kurultayı gibi bir şey yani. Peki o kadar sıkıcı mı olacak? Şu konular konuşulacakmış:
- Rock Müzik ve Rock Kültürü Nedir?
- Yaşam Tarzı; Üniversiteli Olmak!
- Üniversite Öğrencileri ve Markalar.
- Rock Kulüpleri Birliği ve Rock Kültürünün Geleceği
- Her Şehirde Bir Üniversite, Her Üniversitede Bir Rock Kulübü!

Programa da göz atalım bakalım neler var?
24 Nisan Cuma
Morg
Filtre
Parti
Piiz
21Gram
Öztürk
Kurban

DJ Güven Erkin Erkal


25 Nisan Cumartesi
Atra Votum
The Trusted
Moribund Oblivion
DJ Çağlan Tekil
KupaKızı
Yasemin Mori
Zakkum

DJ Doğu Yücel


26 Nisan Pazar
Fırtına
BlackJack
Origam
D'arch
Magilum
Soul Sacrifice
Ogün Sanlısoy

DJ Nikki Wild

Gayet güzel ve hayli cümbüşlü bir line up. Tüm sinyaller harika. Başarılar...
Yalnız rock müzikte bu kadar örgütlenmenin bünyeyi yorabileceğini de HAFİF NOT olarak düşelim.

Kurban fotoğrafı: Erdal Cüran, (Kurban MySpace)

19 Nisan 2009 Pazar

Sevdiğimiz şeyler: Klip

Sevdiğimiz Fransızlardan Phoenix'in yeni albümü yoldalar. Wolfgang Amadeus Phoenix isimli albümden ilk single ve video Lisztomania. Bizibozmaz'cılardan Selin ablamız şeyetmiş, biz de buraya alalım dedik bu güzide klibimizi.

Hangi müzisyen hangi sanat okuluna devam etti?


Guardian, müzisyenler ve devam ettikleri sanat okulları hakkında bir makale yayınladı. Haberde bir de video var. Özetle deniyor ki ülkenin (Büyük Britanya) sanat okulları pop yıldızlarından hatırı sayılır bir kısmını yaratmış. Bizim pop yıldızlarımızdan hayli farklı.

Listeye bakın ve sanat okullarının İngiltere'de nasıl yerler olduğunu anlamak için haberi okuyun.

Joe Strummer Central St Martins, 1970-1971


John Mayall Regional College of Art (Manchester), 1955-1959

Charlie Watts Harrow Art School, 1956-1960

John Lennon Liverpool College of Art, 1957-1960

Keith Richards Sidcup Art School, 1959-1962

Jimmy Page Sutton Art College, 1960-1964

John Cale Goldsmiths, 1960-1963

Viv Stanshall Central St Martins, 1961-1962

Ronnie Wood Ealing Art College, 1961-1964

Eric Clapton Kingston Art College, 1961-1962

Pete Townshend Ealing Art College, 1961-1964

Ray Davies Hornsey College of Art, 1962-1963

Syd Barrett Camberwell College of Art, 1964-1966

Bryan Ferry Newcastle College of Art, 1964-1968

Brian Eno Ipswich Art School; Winchester College of Art, 1964-1966; 1966-1969

Malcolm McLaren St Martin's; Chiswick Polytechnic; Croydon College of Art; Harrow Art College; Goldsmiths College, 1963-1971

Ian Dury Royal College of Art, 1964-1967

Freddie Mercury Ealing College of Art, 1966-1969

Adam Ant Hornsey College of Art, 1972-1975

Jerry Dammers Lanchester Polytechnic, Coventry, 1972-1975

Mick Jones Hammersmith School of Art, 1973-1974

Paul Simonon Byam Shaw (London), 1975-1976

Marc Almond Leeds Polytechnic, 1976-1979

Sade Central St Martins, 1977-1980

Billy Childish Central St Martins, 1979-1982

Jarvis Cocker Central St Martins, 1988-1991

Graham Coxon Goldsmiths, 1988-1989

PJ Harvey Yeovil Art College, 1990-1991

Bob Hardy (Franz Ferdinand) Glasgow School of Art, 1999-2002

MIA Central St Martins, 1996-1999

Simon Taylor-Davis (Klaxons) Nottingham Trent University, 2001-2004

Faris Badwan (the Horrors) Central St Martins,

Florence and the Machine Camberwell, 2006-2007

Moby'nin yeni albümünün ilk videosu David Lynch'ten


Shot In The Back Of The Head from Moby on Vimeo.


Moby'nin 30 Haziran'da yayınlanacağını bloğunda duyurduğu yeni albümünün adı Wait for Me. İlk video Shot in the Head'e çekilmiş. Gayet karanlık sularda dolaşan bir animasyon. David Lynch çizmiş. Ve Moby bu albümde sadece sevdiğim şeylere odaklandım, onları nasıl pazarlayacağım diye düşünmedm diyor. Post'ta pek çok bilgi olduğundan aynen copy paste yapmayı tercih ettim.

***

wait for me

hi.
so, here's the official album announcement. here goes: on june 30th i'm releasing my next album, 'wait for me'.

i recorded the album here in my studio on the lower east side(although 'studio' always seems like an overly grand word for a bunch of equipment set up in a small bedroom). in the past i've worked in large and small studios, but for this record i wanted to record everything at home by myself.

i have some friends/guests singing on the record. they're great singers, but unless you live in fort greene or washington heights you might not know about them, as they're relatively unknown(because i've found that working with friends is almost always nicer than working with rockstars).

i started working on the album about a year ago, and the creative impetus behind the record was hearing a david lynch speech at bafta, in the uk.

david was talking about creativity, and to paraphrase, about how creativity in and of itself, and without market pressures, is fine and good.

it seems as if too often an artists or musicians or writers creative output is judged by how well it accommodates the marketplace, and how much market share it commands and how much money it generates.

in making this record i wanted to focus on making something that i loved, without really being concerned about how it might be received by the marketplace. as a result it's a quieter and more melodic and more mournful and more personal record than some of the records i've made in the past.

it's also, for better or worse, all homemade, in that i recorded it at home with my friends and drew the artwork with a black sharpie on copy paper.

the first single(if you can call an instrumental with no vocals that we're giving away for free a 'single')is called 'shot in the back of the head', and i'm happy to announce that david lynch has done the video for it. i sent him the music and said, 'please do whatever you want'. so he sat down and drew some animation that is very dark and beautiful. david lynch is my favorite film director, and i'm really happy to have him as the first video director on 'wait for me'.

here's the link to video on pitchfork:

http://pitchfork.com/tv/#/musicvideo/966-moby-shot-in-the-back-of-the-he...

i mixed the record with my friend ken thomas. he's an amazing mixer/producer, and he's worked with everyone from sigur ros to throbbing gristle to m83. mixing the record with him was really nice, as he's creatively open to trying anything(like recording an old broken bakelite radio and running it through some broken old effects pedals to see what it would sound like. it's on the record as a :45 second long track called 'stock radio'). and as a geeky technical aside, we mixed the record using purely analog equipment in true stereo, akin to how records were mixed in the late 60's(some of the songs sound pretty amazing in headphones, if i do say so myself...).

ok, that's it.

oh, one last thing, i've worked hard recording and arranging the album as a cohesive body of work. i fully understand that most people listen to individual tracks here and there, but i ask that you listen to the album from start to finish even just once. oh, and if you go to moby.com you'll see that we've redesigned it. or, rather, are in the process of redesigning it. gone are the lovely ladies from 'last night', replaced by the lonely little idiot.

thanks
moby

p.s-oh, here's the tracklisting for the album:

division
pale horses
shot in the back of the head
study war
walk with me
stock radio
mistake
scream pilots
jltf 1
jltf
a seated night
wait for me
hope is gone
ghost return
slow light
isolate

Pozitif'çilerin yeni mekanının adı Black Box



Efendim bu yıl malum Pozitif titreşimlerin 20. yılı. Başta Babylon olmak üzere tüm yurtta, dış temsilciliklerde ve yavru vatan'da kutlanıyor hadise. Sabah Pazar için Ahmet, Mehmet Uluğ ve Cem Yegül ile yaptığım röportajda hem geçen yılları, hen şirketin ve alternatif eğlence aleminin geleceğini hem de şu an hayata geçirmeye hazırlandıkları yeni kapalı canlı müzik kompleksi Black Box'u konuştuk.
Mekan Ayazağa'da yapılacakmış. Temmuz 2009'da kazma vuruluyor, 2010'da tamamlanıyor. İşin en iyi yanı Live Nation ile yapılan anlaşma yardımıyla buraya yaz kış sanatçı yağacak olması. Biliyorsunuz Madonna'dan U2'ya pek çok büyük isim kendi firmalarıyla olan kontratlarını yenilemeyip Live Nation ile 360 derecelik anlaşmalar imzalamışlardı.
Uzun lafın kısası bu tesis sayesinde kışın da dev konserler izleyebilecek ve bugüne kadar kısmet olmayan isimleri izleyebileceğiz. Ahmet, Mehmet ve Cem çok heyecanlılardı bu konuda. Kendilerini kutlayalım ve bu krizde kolaylık dileyelim.

Haberin tamamını ve yaptığım röportajı Sabah'ta okuyabilirsiniz.

Suudiler Katy Perry'ye nasıl haşema giydirdi!











İki
resim arasında bir fark görebiliyor musunuz? Suudi Arabistan'da yaşayan bir Amerikalı kızına Katy Perry albümü almış. Sonra kapağa dikkatle bakınca Perry'nin giydirildiğini görmüş. Meğer Suudi din polisleri, ithal edilen tüm albümleri tek tek açıp, kapakta ya da içeride yer alan ve kadın 'eti' ya da cildi görünen her yeri kalemle uygun şekilde boyamak ve bu karakalem çalışmalarını aynen geri koymak için iyi bir para alıyorlarmış. İşte Suudi din polisinin zevkine göre giydirilmiş Katy Perry. Aslında fena da değilmiş be... Bizim cennet vatanda gördüğümüz haşemalardan daha güzel.
Ay bu haberin sonuna meşaz falan beklemeyin n'olur ya. Bekir Coşkun gibi...

(Yaprak, thank you baby!)

PAZAR RÖPORTAJI: Huzurlarınızda Manga 2009!




ALBÜM kapağında yeni imajlarıyla çektirdikleri fotoğrafları, hayli özendikleri olgunlaşmış bir müzikleri ve sert şarkı sözleri var. Manga yüzbinler satan ilk albümünden dört yıl sonra Şehr-i Hüzün ile‘yarışmadan çıkan çocuk grubu’ imajını aşma yolunda. Ve bunun hayli riskli bir iş olduğunun farkındalar.

Tepebaşı’ndaki Sony Müzik ofisinin toplantı odasında karşımda üç kişi var. Ben not defterime, onlar bana bakıyor. Manga üyeleri Yağmur Sarıgül, Özgür Can Öney ve Ferman Akgül. İlk kez karşılaşıyoruz ve sanırım biraz gerginler. İlk sorularımda bir savunma halindeler. Sonra açılıyorlar. Yüzbinlerce satan bir ilk albüme, binlerce kilometre, 4o’tan fazla şehir ve birkaç ülkeyi kapsayan dev bir turneye ve ilk albümden bu yana dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala inanılmaz bir popülariteye sahipler. Buna rağmen ‘uzak’ bir imajları var. Şarkılarını dinlediniz, radyolarda duydunuz, televizyonda kliplerini izlediniz, denk geldiyse konserlerine gittiniz ama onları birer “ünlü” olarak ortalıkta görmediniz.
Peki bunca zaman neler oldu? Neden inanılmaz başarılı bir çıkış yapan Manga ikinci albüm için dört yıl bekledi?
Ferman nedense her zaman böyleymiş hissi veren ‘düşünceli ve hafif dertli’ haliyle bir sigara yakıyor ve konuşmaya başlıyor. Kornalar, bağırışmalar ve ezandan oluşan tipik bir İstanbul fonu üzerine hafif duraksayarak “Acele etmek istemedik” diyor, “bu albümü çok önemsedik galiba.” “İlk albümden sonra bir şekilde sorumluluk hissettik,” diye sözü alıyor davulcu Özgür. Bunu önümüzdeki bir saat içinde sıkça yapacak. Grubun ‘yabancılarla’ konuşmaya en meraklı üyesi o. Ve çoğu zaman sorduğum sorular karşısında birkaç saniye düşünen ve yanıt vermeye hazırlanan Ferman’ın ya da Yağmur’un yerine söze girecek. Kimsenin yadırgamadığı bir şekilde… “Albümün ardından çok hareketli bir dönem geçirdik,” diye devam ediyor, “İki yılımız konserlerle geçti. Sonra ayrı evlere çıktık. O dönem bayağı uzun sürdü. Ve bu arada beste yapacak pek ortam da olmadı.”

Şehr-i Hüzün’deki 11 şarkıyı ilk albümden bu yana geçen dört yıllık dönemin daha çok son iki yılında yapmışlar. Ama bazılarının çıkış noktası 2002’ye kadar gidiyormuş. Albümün miks, prodüksiyon ve düzenleme aşaması da tahminlerinden uzun sürmüş. Ömer Hayyam ve Karacaoğlan’dan sözler var. Cartel’de yer alan Karakan’ın artık belli ortamlarda efsane olmuş şarkısı Evdeki Ses’i burada grubun iki üyesinden biri olan Alper Ağa ile söylüyorlar.
Manga’nın bu işe özendiği belli. Albüm çok iyi kaydedilmiş. Ama hepsi bu değil. Ferman’ın deyişiyle gerek Türk motiflerini, gerek elektronik öğeleri, gerek sözleri kullanımları açısından daha “kararlı”lar. Bu doğru kelime. Çünkü gerçekten ne yapmak istediğini bilen bir albüm olmuş bu. Mastering’i, ki bir albümün son haline gelmeden geçirdiği en önemli ve son aşamadır, Ted Jensen yapmış. Metallica’nın son albümü Death Magnetic dahil çok albümde imzası var. Albüm kapağı Londra’da çekilmiş. Promo fotoğraflar da öyle. Hepsinde İstanbul’da yaşayan fotoğrafçı ve yönetmen Charles Richards’ın imzası var. Onun objektifinden de hayli farklı ve büyümüş görünüyorlar. Ve belli ki hayli geniş bir ekip onların ikinci albümde en sağlam şekilde yla devam etmesi için emek vermiş.

İki albüm arasında bir ‘olgunluk’ farkı var mı?
Ferman: Var. Bu albümde müzik büyüdü ve gelişti. Bazı şeylere bakış açımız da öyle.

Ne gibi mesela? (Albüm çıktığında 25’lerindeydiler. Şimdi 30…)
Özgür: Çok şey değişti. 42 il gördük. Benim babam emekli bakanlık müfettişi, o bile bu kadar dolaşmadı. Doğusuyla batısıyla tüm Türkiye’ye çalmak, orada farklı bir elektrik görmek, farklı bir Türkiye görmek. Bunlar değiştiriyor. Bir anda uçaklar turneler… Tabii hiç aklında olmayan şeyleri yaşıyorsun ve düşünmek zorunda kalıyorsun. İnsanlar nasıl yaşıyor, ne yapıyor, ne düşünüyor? Beş yıl böyle geçti.

Yağmur: Dünyada olan biteni anlamak için metropolde yaşamanız gerekmiyor. Hatta metropol perdeliyor birçok şeyi. Orada gerçek bütün çıplaklığıyla ortada.

Yadırganmadınız mı hiç?
Özgür: Hiç... Ne bize karşı ters bir tavır gördük, ne de bizim zaten snobe eden bir tavrımız, duruşumuz oldu.
Ferman: Anadolu’daki insanlar daha açık fikirli. Orada değil burada yadırganıyorsun.

Bu albümde sözlerinizin tonu çok sert. Mesela “Sessizlik Sona Erdi”de birine cevap veriyorsunuz. Kim o?
Ferman: Sessiz kaldığımız durumlar oldu. Ona bir yanıt.

Ne konuda sessiz kaldınız?
Özgür: Şarkı anlatıyor aslında. Ankara’dan İstanbul’a gelen bir gruptuk. O dönem iyi eleştiriler yanında hiç beklemediğimiz tepkiler aldık. Olumsuz olanlar da var. Yabancı gruplarla kıyasladılar. Biz kulağımızı tıkadık… Aslında artık öğrendik bunlara takılmamayı ama söylemesek de içimizde kalacaktı.

“Çocukların ilgisini çekmek tercihimiz değildi, ama buna saygı duyduk!”

Manga önce çocuklar ve ergenler arasında çok popüler oldu. Ama geçen zamanda bu kitle yaşça büyüdü ve acaba hala Manga’yı sevmeye ve dinlemeye devam edecekler mi? Yoksa çocukluk heveslerini geride bırakıp çoktan yeni denizlere yelken mi açtılar? Manga’nın bu kitleyi yakalamak için değişmesi gerekiyor.
“Evet gerekiyor” diyor Yağmur. Grubun gitaristi, kurucusu ve aynı zamanda albümün de Haluk Kurosman ile birlikte prodüktörü, “Zaten değişiyor da. Biz kendimizi arka plana itmiştik ilk albümde. Maskotumuz vardı. Albüm kapağında resimlerimiz yoktu. Klibimiz de bir animasyon klipti. Bu daha çok çocukların ilgisini çekti. Aslında bizim önceden düşündüğümüz bir şey değildi. Ama biz buna saygı duyduk. Şunu düşündük; müziği zaten en fazla severek ve tutkuyla dinlediğin yaşlar onlar. Posterini duvarına asıyorsun, yeni albümünü bekliyorsun. Liseden sonra artık bir vurdumduymazlık, bir kanıkasmışlık oluyor. Bizi sahiplenenleri biz de sahiplendik. Şimdi artık müziğimizi biliyorlar ve artık geri planda durmamıza gerek yok. Müzikteki olgunlaşmamız da bu albüme yansıyor.”

Bu değişim size riskli gelmiyor mu bir yandan da?
Yağmur: Bazı albümler zamanla anlaşılır. Bu da öyle bir albüm. İlk seferde hemen anlaşılabileceğini sanmıyorum. Kendi içinde yarattığınız tabuları yıkmak bile önemli bir adım ve bu aynı zamanda risk almak demek. Albüm kapağında bizim fotoğraflarımızın olması bile bizim için çok yeni. Bir risk… Ama şimdi müziğimizi öne çıkarıyoruz.

Peki ama bu albümden çıkan ilk single’ınız Dünyanın Sonuna Doğmuşum, sizi meşhur eden dört yıl önceki Bir Kadın Çizeceksin’e çok fazla benziyor. Bütün bu değişimi simgeleyen bir şarkıyla çıkmayı neden düşünmediniz?

Ferman: Tempolu bir şarkıyla çıkmak istedik. Evdeki Ses de vardı ama bir ‘cover’ ile çıkmayı düşünmedik.

O sırada Dünyanın Sonuna Doğmuşum’un klibinin montajlanmış hali geliyor ve birikte izliyoruz. Klipte Vedat Özdemiroğlu oynuyor. Televizyonlardaki reality şovları ve yarışma programlarını eleştiriyorlar.

Neyi eleştiriyorsunuz tam olarak? Yeni bir bakış açısı var mı burada? Dünyanın her yerinde bu tip programlar var ve bunları izleyenler de var.
Ferman: Türkiye’deki programlar yeteri kadar eleştirilmiyor. Benim kafamdaki fikir biraz şuydu. Eline bir pankart alıp mesela “savaşa hayır” demek tamam. Savaşa hayır peki, ama onu oluşturan ve o ortamın beraberinde getirdiği bir sürü başka şeye de karşı durmamız lazım. Yoksa eleştiri eksik kalıyor. Kimse “yeter artık ya nedir bu saçmalık” demiyor yüksek sesle. Savaşa hayır bir trend oldu. Kaçış noktası oldu. Tamam ben bunu söyledim görevimi yaptım. Bu değil. Tamam savaşa hayır da yani televizyonu, interneti hepsi üzerimize geliyor. Biz durup “n’oluyor yahu” diye tepki gösterip bağıracağımız yerde gülerek izliyoruz bir sürü şeyi.

Özgür: Televizyondaki yarışma kültürünün normal vatandaş üzerindeki etkisi dahi başlı başına bir klip konusu. Ama şarkıda daha geniş bir eleştiri var. Artık her şeyin markalaşması, markaların hayatı ele geçirmesi…

Ama siz de bir yarışmadan çıkarak ünlendiniz…
Yağmur: O temelinde bir beste yarışmasıydı ve diğerlerinden çok farklıydı. Aslında biz ikinci olduk. Ama bir şekilde dikkat çektik. Albüm yapmamız ise çok zor oldu. Bestemiz azdı, imkanımız yoktu. Biz yarışmanın ardından barlarda çaldık, bayağı uğraşıp yol kat ettik ve bir yere geldik. Ben bir yarışmanın tek başına insanı bir yere getirebileceğine inanmıyorum. Popstar yarışmalarını ise genel olarak travmatik buluyorum. Bir şişirmedir gidiyor. Faydadan çok zarar veriyorlar.

Albümdeki sözler genel olarak çok sert. Neden?
Ferman: Çok yaşanmışlıklar var. İçten yazılmış sözler. Ondandır…

Karacaoğlan ve Ömer Hayyam’dan sözler var…
Ferman: Ben kişisel olarak şunu öğrendim. Senden önce yaşamış insanların senin üzerine düşündüğün konular hakkında söylediği çok güzel sözler var. Karacaoğlan, Hayyam… Ya da mesela Ahmet Hamdi Tanpınar İstanbul’a nasıl bakmış. Orhan Pamuk nasıl bakmış. Bunları bilmek önemli bir şey söylemeden önce.

Albümdeki muhtelif şarkıların sözlerini okuyunca zihninizde oluşan bir İstanbul imgelemi var. Albümün adı da Şehr-i Hüzün. Ankara’dan gelen bir grubun gözünden İstanbul gibi bir durum…

İstanbullu musunuz Ankaralı mı?
Ferman: İstanbulluyuz.

İstanbul’a ne zaman geldiniz?
Özgür: 2004’te taşındık. İlk Sing Your Song zamanı (2002) gelmiştik.

Ama artık İstanbullusunuz…
Özgür: Evet.

İstanbul’u nasıl görüyorsunuz?
Yağmur: Tezatların buluştuğu bir yer. Albümü alıp baktığımızda da tezatları bir araya getirdiğimizi düşünüyorum. Sultanahmet’in önünden metro geçiyor mesela. 400 yıllık bir yapı ama önünden metro geçiyor. Ya da Levent’te gökdelenler var, Beşiktaş’a iniyorsunuz daha tarihi bir yere giriyosunuz… Bu kadar tezatı potasında eriten başka bir yer yoktur. Göçün getirdiği bir çarpıklık var. Modernlik var. Biz Ankara’dan gelen insanlar olarak belki bunun daha çok farkındayız. Burada herkes, kafası önünde yuvarlanıp gidiyor ve kimse görmüyor. Biz Ankara’dan, daha sakin bir ortamdan gelen insanlar olarak bunu daha iyi görüyoruz. Şaşırabiliyoruz. Şaşırıyorsanız zaten hala sanatınız için ve sizin için umut vardır.

“Manga’yla turneye çıkmak gibi”

Albümün bir de DVD’li versiyonu var. Burada Manga’nın kuruluşu ve yaşadıklarnın anlatıldığı bir belgesel bulunuyor. Marmara Üniversitesi, Sinema - Televizyon’da öğrenci olan Ferman tarafından hazırlanmış. Ve grubun geçtiği aşamaları her anlamda gözler önüne seriyor.

Belgesele nasıl karar verdiniz?
Ferman: Fikir benden çıktı. Ben zaten hep ilgileniyordum görüntü alma, bu şekilde bir şeyler anlatma işiyle. Kurulduğumuz günden görüntüler var burada. Ben sonra iyice abarttım ve bayağı bir görüntü biriktirdim. Sonra eğitimini alınca daha da heveslendim. Her şeyden önce kendim için yapmaya başladım bunu. Ankara’dan İstanbul’a gelen bir grubun hikayesi olarak düşündüm. Bu izlenmeli diye düşünüyorum.

Neden üçüncü bir göze vermeyi düşünmediniz bu görevi? Objektif olabiliyor musun kendin ve grubun hakkında?
Ferman: Olabiliyorum.

Nasıl?
Kafamda kurgu vardı ve ben onu başkasına anlatamazdım. Ben iki sene önce bile başında ve sonunda ne olacağını biliyordum. 120 saatlik görüntüyü 150 dakikaya indirdik.

Yağmur: Bizimle birlikte turnede dolaşıyor gibi oluyorsunuz. Yani biz prodüksiyonlu bir şeyden ziyade birbirimizi anlattık ve samimi bir şey olsun istedik. Başkası bizim gözümüzden anlatamazdı. Biz kendi gözümüzden kendimizi anlattık.

Ferman: Benim tek beklentim şu; eğer birkaç kişiye ilham verebilirse bu, benim için en büyük geri dönüşü olacaktır belgeselin. Hala bir sürü grup var Anadolu’da ve bu onlar için bir ilham kaynağı olabilir.


ŞARKILARDAN SEÇMELER

Hayat Bu
Tuluyhan Uğurlu piyano çalıyor. Bu zaten İstanbul Kanatlarımın Altında filminin de tema müziği. Soundtrack’e geç bir katkı gibi.
Ferman: Biz o melodiyi çok seviyoruz. Kullanmak istiyorduk. Dinlettik kendisine ve o da beğenmiş. Bir de bu şarkı bize göre İstanbul’un geldiği durumu anlatıyor.


Evdeki Ses
Özgür: Cartel’i çok seviyorduk çocukken. Grup kurulduktan sonra ilk çaldığımız cover’lardan biriydi. Daha sonra Alper abiyle tanıştık. Ve sonra da diğer üyelerle. Müzik bir yana ben onlarla tanıştığım için çok mutlu oldum.
Yağmur: Her konudan konuşabileceğiniz gayet donanımlı insanlar. Klasik rapçilere dair tüm klişeleri unutun yani.

Birlikte bir şeyler yapacaksınız diye duymuştuk.
Evet bir proje var. Bakalım inşallah ileride yapacağız.

Dünyanın Sonuna Doğmuşum
Ferman: Umarım insanlar Dünyanın Sonuna Doğmuşum’da ne demek istediğimizi anlarlar.

Anlamayabiliyorlar ama bazen. Ve bunun için onları suçlamamalısınız.
Ferman: Evet tabii. Herkes kendi deneyimleriyle okuyor sözleri ve ona göre bir his geliştiriyor.
Yağmur: Güzel olan da bu galiba zaten.
(Şarknın sözleri üzerine fazla konuşmak istemiyorlar.)

Her Aşk Ölümü Tadacak
Aşk şarkılarında Zincirlikuyu dönemi?
(Gülüyorlar) Ferman: Ölüme bakış açısına bağlı aslında. Olması gereken bir şey ölüm.

Genç değil misiniz daha bunun muhasebesini yapmak için?
Yağmur: Ne zaman öleceğimizi bilmiyoruz ki. Bir de yani “ölüceeeez” değil yani. Günlük hayatta canınızı sıkan şeyler, ölümü düşününce bir anda anlamsız kaçıyor. Ölümü düşünmek negatif bir şey değil yani. Ölümün farkında olunca hayat daha renkli ve güzel geçirilebilir.
Mehmet Tez


Bu röportaj 17 Nisan Cumartesi günü Sabah gazetesinde yayınlanmıştır.