27 Nisan 2009 Pazartesi

Thieves Like Us'tan Andy Grier, Hafif Müzik'e anlattı: "Amerikalıyım neticede kusuruma bakma!"

Geçen cumartesi Babylon'da çalan Thieves Like Us ile Seda Pekçelen görüştü. Dans müziği, Berlin'de depresif olmak, Fransızları sıkıcı bulmak, yüksek topuklu kadınlardan etkilenmek, Amerikalı olmanın yan etkileri... Bakın Andy Grier neler anlatıyor.

***


Thieves Like Us ile ilgili internette bilgi bulmanız biraz zor. Varla yok arası bir yerde duruyorlar, müzik sitelerinde röportajlarını, haklarında yazılmış bir albüm veya konser yorumunu nadiren buluyorsunuz. Kendi internet sitelerinden de hayır yok. Pitchfork’ta çıkış albümleri Play Music hakkında bir yazı var ki, albümü dinlemeden okumayın kanımca. Aksi takdirde grubun müziğine karşı önyargılarınız tavan yapabilir, epi topu 5.6 vermişler albüme. Dolayısıyla Thieves Like Us’ın Andy’siyle yaptığımız bu röportaj, grup hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen Türk dinleyicisine güzel kıyak olabilir.

Thieves Like Us’ı konser günü Babylon’daki soundcheck’leri sırasında bastık. Gerçekten soundcheck’ten ölesiye nefret ediyorlar. “Hemen bitse de kurtulsak” havasında olmalarına rağmen saat 20.00’ye kadar cebelleştiler, biz de onları bekledik. Bu arada “Drugs in my Body”yi bir kez ve “Headlong into Night”ı defalarca dinleyip, konsere antreman yapma şansımız oldu. Aldığımız duyumlara göre İstanbul’a Cuma günü gelmişler, Cumartesi günü Anadolu yakasına geçmek istemiş ve Arka Oda’ya gitmişler. Zaten ben rehberlerini telefonla taciz ettiğimde vapurdalardı. Pazar günü dönmek zorundalardı ve Andy bu durumdan hiç memnun değildi. “Keşke vaktimiz olsa da gezsem, çok da yorgunum hiç halim yok” diyordu biz Şehbender civarında kendisine sigara almak için bakkal ararken. Akabinde Pozitif’in ofisine geçtik konuşmak için. Andy sigara üstüne sigara yaktı, kafası da soundcheck’te aldığı alkolün etkisiyle hafif kıyaktı.

Thieves Like Us’ın Play Music adlı bir albümü var. Biraz karanlık ama dans edilebilir bir müzik yapıyorlar. Grubun adı New Order şarkısından ziyade Robert Altman’ın filmiyle alakalı. Factory Records mahsüllerini sevdiklerini söyleseler de grubun ismine bakıp doğrudan New Order muhabbeti yapan gazetecilere kıl oluyorlar.
Albüm öncesinde “Drugs in my Body”, Kitsuné Maison’ların 4 no’lu olanında yer almıştı. İlk albümleri de Fransa’da çıktı zaten (hiçbiri Fransız olmamasına rağmen). Ama gelin görün ki Andy Kitsuné’ye nefret kusuyor. Anlattıkları aşağıda, ama kısaca Kitsuné’ciler “Sizce albüm yapacağız” diye söz verip, sonrasında bunu gerçekleştirmemiş. Bayağı yamuk yapmışlar Thieves Like Us’a yani. Andy, Ed Banger sound’undan da nefret ediyormuş. Fransız elektroniği deyince aklınıza gelenleri unutup, Thieves Like Us’ı öyle dinlemelisiniz yani. Konserin ise eğlence dozu yüksekti ancak sadece 50 dakika civarı sahnede kalmaları memnuniyetsizlik sebebiydi. Buyrun grubun vokali Andy’nin anlattıklarına...

Andy sen Amerikalısın, Pontus ve Björn İsveçli. Ama Berlin’de tanışmışsınız, şimdi de Fransa’da yaşıyorsunuz. Nasıl oldu da yollarınız Berlin’de kesişti?
Berlin’e 2002’de gittim. Öncesinde üç sene boyunca New York’ta yaşadım. New York’tan bıkınca Berlin’e gitmeye karar verdim, çünkü o ara Berlin çok popülerdi. Bir grup kurmak istiyordum, New York’ta pek çok arkadaşımın grubu vardı. Berlin’de Pontus ve Björn ile bir piknikte tanıştık, öyle pek ilginç bir tanışma hikayemiz yok. Önce arkadaştık, 2004 gibi grubu kurmaya karar verdik.

Ne gaza getirdi peki sizi beraber müzik yapmak için?
Çıktığım kızın bir grubu vardı ve korkunç bir gruptu. Berlin’de sürekli konser konser gezerdik ve gerçekten çok kötü gruplarla karşılaşıyordum. Benim takıldığım kızınki de iki kişilik bir elektro grubuydu. Backing track’ler üzerine söylüyorlardı. Berlin aslında ilginç bir yer. Oradan iyi grup pek çıkmıyor. Peaches var ama aslında Kanadalı, Gonzales de öyle. İkisi de aslen Alman değil. Peaches bu arada arkadaşımdır, çok cool biri. Artık ortalıkta çok Peaches kopyası var biliyorsun. Neyse sonuçta Berlin’de berbat gruplar olması bizi gaza getirdi Thieves Like Us’ı kurmak için. Björn ve ben daha önce başka gruplarda hiç çalmamıştık. Pontus ise neredeyse altı yaşından beri enstrüman çalıyor. Birtakım gruplarda davul çalmışlığı var.

Müzik yapmadan önce nasıl geçiniyordun Berlin’de? Myspace’inizde bulaşıkçılık yaptığınız yazıyor.
Evet bulaşıkçılık yaptım. En fenası bir ping pong barında çalışmamdı. Sadece nerd tiplerin geldiği bir yer düşün, çok acayipti. O zamanlar iki ayrı hayat yaşıyor gibiydim. Çünkü New York’a sık sık geri uçmam gerekiyordu para kazanmak için. Sonra Berlin’e dönüyordum. New York’ta çok meşhur bir gece kulübünde çalışıyordum, çok para kazanıyordum, acayip güzel kadınlar vardı. Para yapınca da Berlin’e geri gidiyordum, o iğrenç ping pong barına. Para yok, iğrenç nerd’ler etrafımda...

Berlin macerası travmatik olmuş galiba senin için. Neden illa Berlin’e dönmek için bu kadar kasıyordun?
Kesinlikle travmatikti, evet. Berlin çok popülerdi o dönem, ondan gittim. New York’tan kaçmak istiyordum ve Avrupalı grupları çok dinliyordum. Sene 2002’ydi. Pavement gibi bir müzik yapmak istemiyordum, o ara Amerika’da indie rock çok popülerdi. Vokal stilleri de farklı, çok yukardan söylüyorlar. Ben daha değişik bir şey yapmak istiyordum.

Play Music albümünü Berlin, Viyana, New York, Londra, Rio de Janeiro ve Stockholm gibi çok farklı yerlerde kaydettiniz. Neden böyle oldu?
Nerede yaşayacağımıza karar vermemiz çok zor. Çünkü Pontus ve Björn (İsveçli oldukları için), Amerika’da, ben de Avrupa’da üç aydan fazla kalamıyorum. Ondan gidip gelmek zorundaydık.

Peki bu albüm kaydını yaptığınız şehirler arasında en sevdiğiniz, en ilham verici olanı hangisiydi?
Berlin’di herhalde. Hiç gittin mi Berlin’e? Ben ordayken çok depresftim. Ama orada dinlediğin müzik, şehre o kadar uyuyor ki. Berlin’in çok özel bir ambiyansı var. Çok fazla açık alan, çok fazla ışık var ama pek insan yok. Garip bir yer. Biraz da şizofrenik.

Berlin’deki müzik sahnesi nasıldı o zamanlar? Demin berbattı dedin, o kadar kötü müydü gerçekten?
Berlinliler bir komün hayatı yaşıyor. Birinden bir şey ödünç almak istediğinde mesela çok yardımcı oluyorlar. Birçok müzik grubuyla da arkadaş olmuştum. Bence kendilerine has bir müzik zevkleri var, ne dinlemek istedikleri konusunda çok spesifikler.

Grubun ismiyle, aynı adlı New Order şarkısı arasında bir alaka var mı?
Alt tarafı grup ismi işte, özel bir anlamı yok. Gençlik zamanlarımda dinlerdim New Order ama grubun ismini koymamızda etkili olmadı. Bir kitabın da bir televizyon programının da ismi Thieves Like Us. Robert Altman’ın da Thieves Like Us diye bir filmi var.

“Drugs in my Body” 2007’de Kitsuné Maison’da yer aldı. Kitsuné bir süredir yükselişte olan bir label. Sizi nasıl buldular? EP’nizi mi gönderdiniz?
Sanırım birkaç farklı adam bizden bahsetmiş onlara, bu şekilde oldu.

Peki Kitsuné’nin toplamasında yer almak sizin albüm anlaşması yapmanızı kolaylaştırdı mı?
Kitsuné garip bir şirket. Çok hype ediliyorlar, insanlar Kitsuné’den ne çıksa dinliyor. Toplamada yer almak işimizi kolaylaştırdı, adımız duyuldu çünkü. Sonra Kitsuné bize albüm yapmak istedi. Ama “Bir sene bekleyin” demeye başladılar albümü çıkarmak için. Birlikte çalışılması çok güç bir şirket. Onlarla çalışan insanlar gerçekten çok dikkatli olmalı. Biz çok problem yaşadık. Esas olan şu ki, onların yeni yeni gruplara ihtiyaçları var, o toplamada yer verebilmek ve satabilmek için... Ya ben aslında onları hiç sevmiyorum! Çok kızgınım Kitsuné’ye. Bizim albüm neredeyse bitmişti, mikse gitti. Ve albümü çıkartmak için bizi bir sene beklettiler. Sonra da bizimle konuşmayı kestiler. Kitsuné’nin sahibi de Paris’te yaşıyor benim gibi, bazen karşılaşıyoruz sokakta. Komik oluyor gerçekten.

Fransa menşeli elektronik gruplar hakkında ne düşünüyorsun peki? Hiç mi beğendiğin yok?
Çok sıkıcı. Bence zaten müzik sahnesi genel olarak çok sıkıcı son zamanlarda, sırf Fransa’da değil. Teknolojinin bunda etkisi olabilir. Artık müzik yapmak ve yayınlamak çok ucuz hale geldi. Myspace sayesinde herhangi biri müziğini insanlara ulaştırabiliyor. Bu da iyi bir şey tabii, çünkü arada süper şeyler de çıkabiliyor. Ama çok berbat işler de var gerçekten, çoluk çocuğun yaptığı. Bence insanlar 25-27 yaşından önce iyi müzik yapamaz. Bir şeyler üzerine yazabilecek kadar çok şey yaşamış olmuyorsun 25’ten önce. Ondan o yaşlarda çıkan şeyler çok sığ oluyor. Ben şahsen myspace’te takılıp yeni gruplar keşfetmiyorum. Arkadaşlarım bir şeyler tavsiye ederse bakıyorum. Size Here We Go Magic isminde Brooklyn çıkışlı bir grup tavsiye edebilirim. Çok iyiler. Bu arada “Drugs in my Body” bir club şarkısı biliyorsun, bazı şarkılarımız tam dans-disko tadında. Ama ben Ed Banger Records’tan nefret ediyorum, hiç dinlemem. Hiç bana göre değil. Ed Banger bence kendine has bir tarz.

Peki kliplerden bahedelim biraz da. “Your Heart Feels”ın klibi çok güzel ama aynı zamanda depresif bir öyküsü var. “Drugs in my Body” klibiyle de bağlantılı. Bu kliplerin yaratım aşamasında siz de var mıydınız, nasıl ortaya çıktı hikayeleri?
Christiane F. diye bir Alman filmi var, iki klibin de görüntüleri oradan. Filmi izlemelisin mutlaka. Klip çekmek istiyoruz ama piyasadaki tüm klipler bizce klişelerden ibaret. İstediğimiz gibi bir klip çekebilmek için yeterli paramız yok. Böyle filmlerden görüntüler alıp, bildiğimiz anlamda klasik bir müzik videosu yapmamak sanırım en iyisi.

Vokal tarzını Ian Curtis’e benzetenler var. Çok etkilendiğin biri midir Curtis?
Ben vokalimin Curtis’inkine benzediğini düşünmüyorum. Çok fazla değişik müzikler dinliyorum. Madchester döneminden Section 25’ı çok dinledik, onlar da Factory Records’tan. Veya The Duritti Column. Bu iki grubun da prodüktörü aynıdır zaten ki kendisi (Martin Hannett) Joy Division’ın da prodüktörüdür. Ama Joy Division’ı çok dinlemedim. Vokalimin Curtis’e benzemesine gelince bence bugünlerde herkesin vokal tarzı başka birininkine benziyor. Çünkü insanlar kırk senedir rock müzik icra ediyor, tabii ki benzeyecek birbirine. Binlerce The Rolling Stones gibi tınlayan grup var ortalıkta. Bizde de tabii ki Factory Records’ın etkisi var, New Order’ın da. Zaten ismimizden dolayı da insanların aklına doğrudan New Order geliyor ve bizi bu yüzden eleştiriyorlar. Bu da o kadar saçma ki... Ayrıca vokal tarzım bence Ian Curtis’ten ziyade Blonde Redhead’inkinden etkilenmiştir. Çünkü çok dinlediğim bir gruptur Blonde Redhead.

Peki kimleri dinleyerek büyüdün?
Lisedeyken çok fazla The Cure dinledim. Ve bir dolu shoegaze grubu. Hala da dinlerim bu tarz grupları zaten.

Myspace’nizde etkilendikleriniz bölümünde ‘high heels and lasers’ yazıyor. Ne kastediyorsunuz bununla? ‘Kimlerden etkilendiniz?’ tadında sorularla bir nevi dalga mı geçiyorsunuz bunu diyerek?
Müziğimizde fütüristik veya uzaya ait diyebileceğim bir tat var. Bence bunun sorumlusu synthesizer’lar. Aynı tarz synthesizer’lar Brian Eno’da ve Timbaland’da da var, ki ben Timbaland’ı çok severim. ‘Laser’ olayı da bu science fiction’vari, geleceğe aitmiş gibi tınlayan sound’umuza bir gönderme. İlk dönem Factory Records mahsülü müziklerde de böylesi bir sound vardı. ‘High heels’e gelince, o da sanırım modaya bir gönderme. Şimdi böyle söyleyince akla bilimkurgu gelecek ve moda biraz alakasız durdu. Sana mantıklı geldi mi bari?

Moda biraz garip kaçtı cidden diğer anlattıklarının yanında.
Yani yüksek topuk giyen kadınlardan etkileniyoruz diyelim o zaman.

Pitchfork’taki albüm kritiğinde “Sugar and Song” adlı şarkınız için ‘Spiritualized’ın parçaları kadar depresif bir ayrılık baladı’ denmiş. Katılır mısın bu yoruma? Spiritualized’ın müziğiyle sizinkini ben çok da benzetemiyorum.
Bu çok iyiymiş. Katılıyorum. Hayatımda gittiğim en iyi konserlerden biri Spiritualized’ınkiydi. Sene 1996 olabilir. Spiritualized’ı çok dinlerim. Özellikle ilk üç albümü çok severim. Sonrasında Spacemen 3’yi de dinledim. Ben aslında Sonic Boom denen adamı (Peter Kember) daha çok beğeniyorum, Spiritualized’ın diğer esas adamını yani. Konsere gittiğimde inanılmazdı Boom. Ama şöyle de bir durum var, bu adamların hepsi yaşlandı. Yaşlandıkça albüm yapmanız zorlaşıyor, kendini tekrar ediyorsun, klişelere takılıp kalıyorsun. Spiritualized mükemmeldir ama adam biraz garipleşti artık. Son albüm Songs in A&E’yi de biraz dinledim. Albümün arkasındaki hikayeyi de düşünecek olursan ne kadar acıklı. Jason Pierce çok hastaydı, hastanedeydi. Ondan öncesinde de uyuşturucu bağımlısıydı. Çok dramatik bir öyküsü var. Neyse sonuçta Pitchfork’un yorumu benim için bir iltifat.

Play Music Amerika’da Nisan başında yayınlandı. Amerika’da iyi bir yere gelebileceğinizi düşünüyor musun? Amerika’da başarılı olmak senin için Avrupa’da başarılı olmaktan daha önemli olabilir mi? Amerikalısın sonuçta.
Amerikalılara bizim müziğimiz egzotik gelecektir. “Drugs in my Body” bu arada Urban Outfitters’ın toplama albümünde yer aldı. Amerika’da bayağı bir yayıldı yani şarkı. Amerika’da bir turne organize etmeye çalışıyoruz. New York’ta bir kere çaldık, berbattı. Kimse tanımıyordu bizi o zamanlar. Geçen sene Los Angeles’da çaldık, çok iyiydi. Ticari açıdan düşünecek olursak, tabii ki Amerika’da başarılı olmak önemli. Avrupa’dan çıkıp Amerika’ya açılan gruplar Avrupa’da daha popüler hale gelebiliyor. Ama İtalya’da başarılı olup da Avrupa’nın genelinde çok popüler olmak söz konusu olmayabilir. Çünkü Avrupa çok homojen bir yapıya sahip değil.

Birçok şarkınızı myspace’inize koymuşsunuz. Mp3’lerin grubun geleceğini tehlikeye attığını düşünenlerden değilsiniz sanırım.
Hayır hayır, insanların konserlere gelmesini sağlıyor internet. Konsere gelenlerle konuşuyorum, kimsenin artık albüme para verdiği yok. Nasıl beleşe indirebileceklerini soruyorlar. Bence hiç sorun yok bunda.

Myspace’ten mesaj atan dinleyiciler veya başka gruplar olduğunda cevap yazıyor musunuz?
Evet, birileri bize myspace’ten mesaj attığında cevap veriyoruz. Öyle cevap vermeyecek tarzda büyük bir grup değiliz henüz. O noktaya gelmemiz çok zaman alacak bence. Normal bir grup olmaya çalışıyoruz. Bir de zaten biz de o yaşlardayken birçok grubun ağır hayranıydık. Gidip imza falan isterdik milletten.

Ufukta ne gibi projeler var? Yeni bir video, albüm...?
Yeni bir single’ımız çıkacak 6 Haziran’da. İsmi “Really Like to See You Again”. Play Music albümünde olmayan bir şarkı. Başka yeni şarkılar da olacak single’da ama şarkıların remiksleri olmayacak. Remiks pek yapmıyoruz. Single sonrasında da sene sonuna doğru yeni bir albüm çıkarırız diye umuyorum.

Rio’ya yerleşmek istiyormuşsunuz.
Umarım gerçekleşir ileride. Sanırım yapacağız onu bir ara, oradan oraya savrulmayı çok seviyoruz. Rio çok çılgın bir şehirdir.

İstanbul’da gezip tozacak vaktin oldu mu? Neler yaptınız bugün?
Anadolu yakasına geçtik bugün, takıldık biraz. Güzeldi her şey. Ama o meşhur camiilerinizi gezmedim. İstanbul çok kompleks bir şehir. Adam akıllı gezmem için iki üç ay kalmam lazım burada. İnşallah bir 20 sene daha yaşarım da gelecek fırsatım olur tekrar. Berlin’deyken Türk kültürü hakkında bir şeyler öğrenmiştim. Türk bir arkadaş edinmiştim. New York’ta da Türk bir arkadaşım vardı, hatta benim başka bir arkadaşımla evlendi. Artık burada yaşıyorlar ama arkadaşım şu anda New York’ta. Karısı burada, konsere de geliyor bu gece. Ben aslında biraz Türk tarihi öğrenmek istiyorum. Biraz kafa karıştırıcı bir tarihiniz var, toplumunuz karma ırklardan oluşuyor değil mi? Çok fazla farklı insan buraya göç etmiş olmalı yüzlerce yıl önce. Bayağı okumam lazım sanırım bu konuda, Amerikalıyım neticede kusuruma bakma.
Seda Pekçelen

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder